Beni Dinlemedin ya, Ben Ona Yanıyorum!
Belgesellerde hiç denk geldiniz mi, şempanzelere? Gruplar halinde yaşıyorlar, aileleri var ve sürekli çığlıklar atıyorlar. Bu bağrışmalarından; yavrusunu mu azarlıyor, çiftleşmeye mi çağrı yapıyor, gelen tehlikeye karşı mı uyarıyor, “yemek hazır!” mı diyor ya da sadece şarkı mı söylüyor; anlıyor muyuz? Belgeseli seslendirenden ne yaptıklarını duymazsak, hayır, anlamıyoruz. Çünkü iletişim yollarını, dillerini, yaşam şartlarını, hislerini, doğalarını bilmiyoruz. İşte biz, adına ‘insan’ dediğimiz canlılar da, aynen böyleyiz. Birbirimizi anlamıyoruz. Çünkü dinlemiyor, dinlemeyi beceremiyoruz.
Hani şu, konuşmaların harareti yükseldiğinde sık sık dile getirdiğimiz: “Beni dinlemiyor.” cümlesinde ifade bulan dinlemekle, nasıl dinlediğimizle ilgili, bir iletişim uzmanı olarak ve bunca yıllık deneyimimle söylüyorum: İlişkiler söz konusu olduğunda, en ağır ve üzerinde en hassasiyetle durulması gereken konulardan biri bu, çünkü
kendimizi başkasında eritmemizi gerektiriyor.
Kendimizi, kendi zihnimizden geçenleri bile dinleyemiyor, fark edemiyoruz ki karşımızdakini nasıl dinleyebilelim? Bize, hayatımız boyunca konuşmayı, okumayı, yazmayı öğrettiler ama dinlemeyi öğreten olmadı. “Büyüklerin sözü kesilmez.” uyarılarının dışında, dinleme konusunda herhangi bir eğitime sahip değiliz, üstelik bu uyarı da görgü kurallarına yönelik bir uyarı.
Dinlemek dediğimizde, ilk kural şu: “Önce anlamaya çalış, sonra anlaşılmayı bekle!” Ama ‘Önce anlamaya çalış’ ilkesi, esaslı bir paradigma değişimi gerektiriyor. Çünkü biz hayatımız boyunca hep, önce anlaşılmak istedik ve “önce anlamaya çalışmak” için çalışmak demek, egolarımızın üzerinde hareket etme yetisini kazanmaya çalışmak demek.
Danışanlarımdan da gözlemlediğim üzere, ‘ben’ dediğimiz hapishaneden çıkıp başkasını anlama çabası içine girmek kolay değil. Dikkat ederseniz fark edeceğiniz şey şu: Karşımızdakini anlamak amacıyla değil, yanıtlamak amacıyla dinliyoruz. Ya konuşuyoruz ya da konuşmaya hazırlanıyoruz. Her şeyi kendi paradigmalarımızın eleğinden geçirip ‘başkaları’ dediğimiz ve bizim dışımızda algıladığımız insanların yaşamlarını kendi yaşamlarımızla özdeşleştiriyoruz. “Ne güzel işte!” diyebilirsiniz tabii. Ama burada bir nüans var: Bunu yaparken yine egomuzu beslemek üzere yapıyoruz bu özdeşleşmeyi. Aksi halde sarf ettiğimiz cümleler; “Ah, nasıl hissettiğini öyle iyi anlıyorum ki!” ya da “Aynı şey benim de başımdan geçti. Bak, olanları anlatayım sana.” vb. olmazdı.
Şunu anlamak zorundayız artık: Aynı olaya, diyelim ki bir trafik kazasına maruz kalmış üç kişiyiz; üçümüz de, aynı olayı yaşamış olmamıza rağmen farklı biçimlerde etkileniyor ve bu deneyimi kendi algımız çerçevesinde kaydediyor ve izlenimler oluşturuyoruz. Bu farklılıklar sonucunda ortaya üç ayrı gerçeklik çıkıyor. Meselâ, birinci kişi, “Bir daha asla yolculuğa çıkmam.”; ikinci kişi, “İyi ki sağlam bir arabamız varmış.” derken; üçüncü kişi de, olayı gülerek arkadaşlarına anlatabiliyor. O zaman, bu olay yaşandığında yanında olmayan ve farklı bir zamanda trafik kazası yaşayan bir dördüncü kişiyi dinleyen birinci kişi: “Biz de geçen yıl kaza yapmıştık, aman diyeyim, bir daha trafiğe filan çıkayım deme.”; ikinci kişi, “Bak kardeşim, yapacağın ilk iş, x marka bir araç almak olsun.” derken; üçüncü kişi de,”Yine yırttın kefeni.” deyip gülebilir. Yani sevgili birinci kişim: Sen yaşadığından edindiğin izlenimle kendi gerçekliğini oluşturdun ya, sana bir şeyler anlatan da aynı durumda ve onu anlayabilmen imkânsız, çünkü 6. bir duyuya sahip olmadığına göre, yapabileceğin tek bir şey var: nasıl dinleyebileceğini öğrenmek ve anlama çabası içine girmek. Aksi halde, görme sorunu şikâyetiyle size gelen herkese, çıkarıp kendi gözlüğünüzü veriyormuş gibi olursunuz.
Ebeveynlerin büyük çoğunluğu, çocuklarıyla yaşadıkları iletişim problemleri nedeniyle geldiklerinde şunu ifade ediyorlar: “Bu çocuğu anlamıyorum, beni hiç dinlemiyor.” Kuvvetle muhtemel, şu an siz de, “Ne var ki bunda?” diyorsunuz. Söyleyeyim: Bunu söyleyen ve bu durumu şikâyet konusu yapan ebeveyn, önce kendisini duyması gerektiğinin farkında bile değil. Çünkü bu örnekte, çocuğu ama genel olarak herkesi anlayabilmek için dinleyebiliyor olmamız, çocuğumuz da dâhil olmak üzere, tüm dünyayı kafamızın içine bakıp gördüğümüzü sanmayı bırakmamız gerekiyor. Ne yazık ki bu, doğuştan gelen bir yetenek değil ve çalışma gerektiriyor.
Egomuzun yönlendirmeleri dolayısıyla kendi hayatımızla o kadar meşgulüz ve öyle eminiz ki haklı olduğumuzdan; sürekli anlaşılmak istiyoruz ve ağzımızdan çıkan cümleyi anlayamayacak kadar, haklı olduğumuz düşüncesiyle doluyuz. Toplumun yararını gözetecek şekilde kolektif eylemlerde bulunmak ne hoş, ancak bu, kolektif monologlardan ibaretse burada yarar, kolektife değil, sadece egomuza yöneliktir diyebiliriz.
Çünkü karşımızdaki kişi konuşurken onu umursamıyor ve dinlemiyor; bu sırada dinliyor gibi yapıyor olabiliriz. Bunu; “Hı, hı.”, “Evet.”, “Gerçekten mi?” dememizden anlayabiliriz. Ya da konuşmanın sadece belli yerlerini duyuyor; -çocuklarımızla iletişimimizde olduğu gibi-, enerjimizi söylenen sözlere yöneltiyor da olabiliriz. Dinlerken ya değerlendirir durumdayızdır, yani söylenenleri kabul edebiliriz de etmeyebiliriz de; ya yokluyoruzdur, yani değer yargımızın süzgecinden gelen sorular yöneltiyor olabiliriz; ya akıl veriyoruzdur, yani ve tabii ki kendi deneyimlerimizin bize öğrettikleri üzerinden kendi aklımızı dayatıyoruzdur; ya da yorumluyoruzdur, yani anlatılan her neyse, kendi dürtü ve davranışlarımıza göre açıklamalar yapmaya çalışıyoruzdur. Bunları kendiliğinden yapıyoruz, içimize işlemiş doğal tepkilerimizdir çünkü bunlar. Peki, bu ‘doğal’ durum, dinlediğimizi sandığımız insanları gerçekten anlamamızı sağlayabiliyor mu?!
“İnsan doğruyu ancak yüreğiyle görür, önemli şeyler gözle bakınca görülemez.”
Antoine De Saint-Exupery
Bunu mümkün kılacak tek şey; pek azımızın yaptığını yapıp sempatiyle (onaylayarak) değil, empatiyle, yani kendini karşıdakinin yerine koyarak, gerçekten anlama niyetiyle dinleme becerisini edinmek. Tam da burada meşhur ‘ben’in, yani egonun değer yargıları anlamını yitirir ve karşıdakinin değer yargısını anlama çabası; o olmak, onda yok olmak, kendini tamamen iptal edip dünyayı onun/onların gördüğü gibi görmeye çalışmak, ne hissettiklerine dair yetenek geliştirmek işin içine girer. Aksi halde kimse, kendi merceğinden bakarken kimseyi anlayamaz, hissedemez.
Profesör Albert Mehrabian’ın 1967 yılında yaptığı araştırmaya göre söylediklerimiz, iletişimin sadece yüzde yedisini oluşturuyor, dolayısıyla empatiyle dinlemede kulaklarımızla duyduğumuz doğru, ancak bunun yanında, gözlerimizle ve kalbimizle, duygu ve onların içerdiği anlamları anlamak için de dinlemek zorundayız. Ve bunu, beynimizin iki lobunu da, yani sağ ve sol beynimizle birlikte gerçekleştirdiğimizi; hislerimizi ve içgüdülerimizi de aktif kullandığımızı da bilirsek etkisinin ne derece büyük olduğunu kavrayabiliriz. Güçlüdür çünkü bize, çalışma yapacağımız doğru verilere ulaşmamızı sağlar. Kendi deneyimlerimizin oluşturduğu biyografimizi yansıtıp sanrılar içinde; düşünceleri, duyguları, dürtü ve yorumları varsayarak hareket etmek yerine, karşımızdakinin kafasındaki ve yüreğindeki gerçeklikle ilgilenir, anlamak niyetiyle dinleriz. Dikkatimiz, ‘o’ dediğimiz kişinin ruhunun derinliklerindeki iletiyi almaya yöneliktir.
İşte tam da burada, gizli gerçeklerle yüzleşiriz: Bizim, sekiz milyar insanı anlayamayacağımız gibi, sekiz milyar toplanıp uğraş verse, onlar da bizi anlayamaz. Empatiyle dinlemek ve insanların ruhlarının derinlikleriyle iletişim kurmaya çalışmak dediğim şey; sadece çabayla ilgilidir. Ve bu çabanın gerçekleştireceği tek şey de; insanlara psikolojik soluma olanağı sağlamak olacaktır.
Şu an, içinde bulunduğunuz odanın bütün havası emilerek çekilseydi, bu yazıya duyduğunuz ilgiye ne olurdu? Nefes almaya devam etmek dışında, başka hiçbir şey umurunuzda olmazdı ve tek motivasyonunuz yaşamınızı devam ettirmeye yönelik olurdu. Böyle bir durum söz konusu olmadığına göre motivasyonunuzun bu olduğunu söyleyemeyiz. Yani mi? Yanisi şu: Karşılanan ihtiyaçların, motivasyon kaynağı olmamasına dair içgüdümüzün karşısında, karşılanmamış ihtiyaçlarımızdır motivasyonu sağlayan. Bedenimizin hayatta kalmaya devam etmesi dışında, bu hayatı ortak bir şekilde sürdürdüğümüz herkesle birlikte, bir başka ortaklığımız daha var: Psikolojik yaşamımızı sürdürmek; yani anlaşılmak, onaylanmak, değer verilmek, takdir edilmek, dinlenmek, sevilmek, ilgi görmek… Bir başkasını empatiyle dinlediğiniz zaman, o kişiye psikolojik soluma olanağı sağlarsınız derken kastım bu. Ve bu, psikolojik solunum ihtiyacı, yaşamın her alanında iletişimimizi etkiler ve yaşadığımız sorunların büyük kısmı da iletişim kaynaklıdır. Yaşayan herkesin bu şekilde iletişim kurduğunu hayal edin, birbirimizi anlama çabası içindeyken oluşacak ortak alanda hissedeceğimiz tek duygunun ne olabileceğini..!
Elhasıl;
- Kimseyi anlayamayız, sadece anlama çabası içinde olabiliriz.
- ‘Ben’ deyip duran egomuzla dinlediğimiz müddetçe; “Seni anlıyorum.” cümlesi samimiyetsizlik ifade eder.
- Dinlemeyi öğrenmek için önce zihnimizi, sonra dilimizi tutmamız gerekir.
- Dinleme süreci kulakta başlar, kalpte biter.
- İnsanları kalplerimizle dinleyebilmek için empatiyi öğrenmemiz gerekir.
- ‘Bir başkası’ dediklerimizle sağlıklı iletişim kurabilmek, ‘o’ olma becerisiyle ilgilidir.
- Herkesin bir hikâyesi vardır, anlatmak istediği ama anlatma ihtiyacının arkasında, psikolojik solunuma duyulan gereksinim yatmaktadır.
"Hafızanın Ekolojisine Doğru Bir Adım" adlı kitabında Gregory Bateson, hafıza konusunda bilgi sahibi olmak isteyen, hafızanın gerçekten nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye çalışan ve bilgisayarların insanlar kadar akıllı olup olmadığını merak eden bir adamı anlatır.
Bu adam, en son teknolojiye sahip çok güçlü bir bilgisayara, şunu sorar: “Bir insan gibi düşünebileceğine inanıyor musun?”
Bilgisayar uzunca bir süre, birtakım garip sesler çıkararak çalışır. Hesaplama sistemlerinin ve yeteneklerinin bir analizini yapar ve cevabını yazar. Adam büyük bir heyecanla bu cevabı okumak için koşar, ekranda yazılı şu kelimeleri görür: “Bu, bana bir hikâyeyi hatırlatıyor…”