Birbirimizin o muhteşem ruhlarının ışığını görebilseydik eğer dualitenin esaretine bağlı her tür olgu anlamını yitirir, ‘sevgi’ koşulsuz kimliğiyle hak ettiği itibarı kendiliğinden bulurdu, demiştim bir zamanlar. Hâlâ aynı yerdeyim, fakat bugün, bu bilişin pürmelali içindeyim.
Geçen yıldı, Almanya’da seminer verdiğim bir dernekte, seminer konusunu hem pekiştirmek hem de eğlenceli hale getirmek üzere kurguladığım oyunlardan birinde, insanlar, birbirlerinin ‘harika’ yönlerini muhataplarına söylerken sadece muhatapları değil, benim bile gururum okşanmıştı. Gözlemlerimin söylettikleri şunlardı: “Ne kadar şanslısınız; birbirinizle kurduğunuz ilişkilerin muhteşemliğine imrendim.” Böyle dostluklar kurmak ve bunu korumak; arada bir sıkıntılı insan davranışları karşısında çözüme dayalı yaklaşımlar sergilemek; yardıma ihtiyacı olanları fark edip teklifsiz yardımına koşmak; birbirlerini anlamak için bir bakışa bile gerek kalmaması, birlikte vakit geçirmekten bu kadar keyif alınması ve birarada bunca eğlenilmesi... demek ki dedim; Aleviliği gerçekten yaşamak böyle bir şey..!
O dönem bir de bazı sohbetlere denk geldim: “Neden dernekte, derneği daha ileriye taşıyacak daha aktif çalışmalarda bulunmuyoruz? Yeni ve ihtiyaçlarımıza yönelik projeler üretmiyor, aramızda bu işi en iyi şekilde yapacak insanları bu dernek için de çalışmaya katmıyor; heyecanımıza dernek üyelerini de ortak etmiyoruz?” 9 kadın; hem rakamla hem de yazıyla; dokuz kadın, dernek yönetimine talip olup seçimlere girdi. Böylece, mucize olmak için sadece varlık nedenleri yeterken bir mucizeye imza atıp kadının yerinin, dernek faaliyeti denince sadece mutfak olmadığını gösterecek, hak ettikleri itibarı kendi elleriyle kazanacaklardı. Görmeyen göz, duymayan kulak da fark edecekti: Kadınlar vardı..! Alevi inancının da yücelttiği kadınlar...
O güzel grubun yapacağı işlere, imrendiğim ilişkileri dolayısıyla öyle inandım ki Türkiye’ye döndükten sonra da yakından takip ettim gelişmeleri. Ne olduysa o zaman oldu, sonradan öğrendim; yönetim iddiasının ERK’te yarattığı gerilim, dostlukları tarumar etmiş. Üzüldüm. Fakat çok emindim; çözülür... Dualitenin hiçbir açmazı, beşerin hiçbir şaşanı bu sevgi ortamını bozamaz. Küslükler giderilir, incinenler sarmalanır, gidilen yolda engeller sadece dinlenme noktalarıdır... dedim. Sorunların derinliğini fark ettiğimde, seminer günü tüm sorunları gideririz hesabı yaparken Cem var, dediler, Kasım’ın 3’ünde. Hah, dedim; Cem’de dargınlıklar sonlandırılmadan Cem’e başlanmaz, tüm meseleler çözülür.
Neydi Cem’in amacı? “İnsanın olgunlaşmasına (insan-ı kâmil) katkı sağlamaktı; insandaki kutsal gücün ortaya çıkması için gerekli arınmayı gerçekleştirmekti; arınmaya niyet etmek, insan hakları çerçevesinde canların eşitlenmesini sağlamaktı.” Cem’e gelen ‘tarikat’ ve ‘marifet’ kapısında demekti; ‘senin’ ya da ‘benim’ diye bir şey yoktu; BİZİM vardı! Alevi inancına göre, Hak insanlara; “ Bana kul hakkıyla gelmeyin, kendi yarattığınız haksızlıkları kendi aranızda halledin” demişti!
Cem için derneğe giderken heyecanlıydım. Derviş zikrine, mevlevi ayinine, budist transına, zen oturuşuna, camisine, kilisesine; teorisini bilip de canlar arasında pratiğe dökmediğim böyle bir Cem kalmıştı sanırım. Yıllardır uzmanlık alanlarımın dışında dinler tarihi ve tasavvuf üzerine de çalışmalar yapıyorum; görünmeyenin peşinde, görünene anlam arayışı içinde, 3. Boyutun bilgisinin yetmediği yerde; imdadıma hep Alevi öğretisinin yetişmesi ve hiçbir dinin, ekolün, siyasetin, kitabın bulamadığı yanıtları bu öğretinin vermesiydi, heyecanımın kaynağı. Ocağım bile benim için hiç mesele olmamıştı, bütüne tercih etmemiştim parçayı.
İçeri girdim, tanıdık yüzlerle selamlaştım ve yerime oturdum. Bu cümleden sonrasını sadece bilenlerin bileceği frekanstan yazıyorum şimdi. Dede geldi, oturdu; ışığı yoktu. Dede yazdığı kâğıtları çıkardı; bilgisi yoktu. Dede konuştu, görgüsü yoktu. Dede bana baktı; görüsü yoktu. Başının tepesindeki nuru şeriat kapısında küstürmüş, nefsine esir olmuştu. Müsayipliğin şeriat kapısından geçmesine yeteceği yanılgısıyla yaptığı “iş”in ilmini, bilimini unutmuştu. Baksa görecekti, bu tip törenlerde/ayinlerde, mekânda ‘dans’ eden hiçbir aydınlık (!) salona girmedi. Dedelik sıfatı, nurunu bıraktığı koltuğun dönüşleri üzerine aldığı sorumluluğu hakkıyla yerine getirmesine, dolayısıyla yetmedi. Sorunlar çözülmedi, küsler barışmadı, dargınlar kucaklaşmadı.
Dervişin biri bir sahilde dolaşırken bir martı görmüş. Martı bir çaba içinde kanatlarını çırpıp duruyormuş. Derviş merak edip yanına yaklaşmış ve keramet bu ya, martının dilinden de anlıyormuş, sormuş: Ne yapıyorsun? Kanatlarımı güçlendirmeye çalışıyorum demiş, martı ve yerde kanat çırpmaya devam etmiş. Derviş yine merakla sormuş: Kanatlarında bir sorun mu var? Hayır, demiş, martı ve kanat çırpmaya devam etmiş. Derviş iyice meraklanmış; peki, kanatlarında sorun yoksa neden çalışıyorsun böyle, diye sormuş. Uçmak için çalışıyorum, demiş ve çalışmasına devam etmiş martı. Uçunca ne olacak, diye sormuş, derviş. İşte o zaman kuş olacağım, demiş martı.
Bu hikâyede, anlattığım dede nerede? O, sahnede görünmüyor. Martı, uçabilecek kadar çalıştığına ve uçabileceğine ikna olduğunda, “Hazır değilsin, uçamazsın” demek ve umutları kırmak üzere biraz ötede beklemekte.
Hayal kırıklığımın ve üzüntümün, bu işin uzmanı olmama rağmen, üstesinden gelmeyi reddediyorum. (Avrupa’da) katıldığım ilk Cem’in böyle bir dede tarafından yürütülmüş olması dolayısıyla hicap duyuyorum.
Ve Hak meydanında hakkını ararken çırpınan can’a da şunu söylemek istiyorum: Darda gerçeği bulma, kırılma noktalarını anlatma, sorunları bitirme çabası verirken çok güzeldin... Gören gördü, görmeyeni Hak saklaya..!