"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Çamura Batmış İnsanlığımıza Serzenişimdir

Newton fiziği bize dedi ki birbirimizden ayrıyız, Darwin ise pekiştirdi: güçlü olan kazanır! Ve sonra ne oldu? “Hayatta kal”maya odaklı sürüngen beynimizin kontrolüne bıraktık; bilinçli ve bilinçsiz zihnimizi ve birbirimizin gözlerini oymamak için hiçbir sebep göremez olduk.

Sınıfımda bir hemşire arkadaşım var ve Korona sürecinin başından beri, onu can kulağıyla dinliyorum. Kısaca anlatacağım… Tüm o pandemi sürecindeki çalışma koşulları, tüm sağlık çalışanları için geçerli olsa da, onun durumu biraz farklı: yerin iki kat altında çalışıyor ve bir deprem anında bile “kurtarılmayacaklar” listesinde, çünkü üst katında radyasyon var ve kazı yapılması halinde, radyasyon yayılabilir gerçeğiyle yaşamaya çalışıyor. Diyelim ki "kurtarılma" girişiminde bulunuldu; o zaman da önce onlar değil, ultrason cihazları kurtarılmak zorunda! Çünkü işin başındakiler makinelere, insan hayatından daha çok değer veriyor. Ve bu hemşire, derslere hep uykusuz geliyor ve bazen dayanamayıp sınıfta uyuyakaldığını görüyorum, çünkü günde 16 saat çalıştığı zamanlar oluyor. Ve üstelik, tüm bu çalışma temposuna rağmen, aldığı üç kuruşla ev tutamadığı için hastanenin lojmanında, onunla aynı durumda olan diğer hemşirelerle beraber kalıyor. Sadece uyumak değil, yorgunluktan bayılmak için kullandığı bir yatağa kira ödüyor. Uzun bir süredir, göz diktikleri o yatağın bulunduğu binadan da atmak için her yöntemi deniyorlar. İçinde birçok detayın olduğunu tahmin edeceğiniz bu hikâyede tek bir soru var sorduğum, oraya da geleceğim ama önce tamamlayayım.

İki hafta önce derse çok daha yorgun geldi çünkü nöbeti iyi geçmemişti, Kovid-19’lu bir hastanın doğumunda bulunmuştu ve hem hasta için hem de sağlık çalışanları için çok fazla risk söz konusuydu. O gün de sırada uyuyakaldı. Tüm o yorgunluğuna rağmen gösterdiği azme hayran kalmam bir yana, içimin parçalandığını da itiraf etmeliyim. Ama yaşam sadece iş hayatından mütevellit değildi ve annesinin ciddi bir sağlık sorunu baş gösterdi ve ameliyat olması gerekti. Geçtiğimiz hafta annesinin ameliyatı için memleketine gitti, bir hafta ona hastanede refakat etti. Tüm izinler iptal edildiği ve acil çağrıldığı için, apar topar İstanbul’a döndü ve döner dönmez yine sınıftaydı. Tüm hücrelerinden yorgunluk akan bu insan evladı son dersimizde, “lojmanı boşaltın” emri nedeniyle “her an çıkarılabiliriz” deyip kalacak yer bulma çabasıyla “uygun ev” bulmak üzere bizimle vedalaştı. Gece nöbetteyken ateşlendi, ateşi bir türlü düşmeyince Kovid-19 testi yapıldı ve “yaşamaya devam ettiği için” çalışmaya da devam ettirildi ve o sırada sınıfı da haberdar etti: “Testin sonucunu size bildireceğim. Temas ettiğim herkes risk altında.” Temas ettiği! deyince aklıma ilk gelen, bizim ne kadar yoğun temasta olduğumuz oldu ama asıl kafa yorduğum; eğer pozitif çıkarsa bu kıza kim bakacak? Tek başına ne yapacak? En önemlisi de nerede kalacak? Sadece bir soruma yanıtım vardı: “Eğer sorumlu olduğun başka insanlar olmasa evine alıp bakımını üstlenir miydin Sibel?” Kesinlikle evet.

Sonra dün, testin sonucunun pozitif çıktığını ve Sağlık Bakanlığına tüm temas ettiklerinin (evet, en yakın temastaki ben dâhil) bildirildiğini ve kendimizi izole etmemiz gerektiğini söyledi. O ana kadar boğazımın şişliğini, fazla kaçırdığım dondurmaya; tüm omuriliğimdeki basıncı, ders çalışırkenki pozisyonlarıma; ara ara anneannem gibi kafamın düşmesini sağlayan halsizliğimi de, yorgunluğuma yoruyordum ama durum, “değişebilirim”e doğru evrildi. Değişimin zorluğundan bahsedip duruyordum “ama imkânsız değil” diyordum; umarım bu durumda imkansızı görürüm!

Dün akşama kadar, hepiniz gibi koşturmaktaydım. Şu okulu bitirip evi taşıyayım, hatta başka bir şehre mi göçeyim, şu projeyi sonuçlandırayım, öbür projeye başlayayım, bir diğerini yazayım, bu toplantıya yetişeyim, diğerini organize edeyim, okunacaklar listesine el atayım, ay ne zaman uyuyayım, ödevlerimi yapayım, hocamın teklifini değerlendirip onun bölümüne mi başvurayım, bir sınava daha mı gireyim, akşam ne yiyeyim, 4 gündür annemle babamı aramadım onları da uyumadan arayayım, dostları özledim onlara zaman ayırabileceğim günün hayalini kurayım, bu sene konserve yapabilecek miyim acaba, onu da bir yere sıkıştırayım, çamaşırlar birikti, yıkayayım, öz-bakım becerilerim ne âlemde, onlara da bir ara bir göz atayım… Ve şimdi… hayatım boyunca hiç barışık olmadığım bir evredeyim: beklemedeyim. Durdum. En sevdiğimin dediği gibi: “Durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum/ Bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde/ Ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum/ Bir ölünün günü boyayan renginde/ Çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar/ Kayalardan dondurmalar sorduğum…”

Kendimi kapattığım odada aklımdan geçenler bu dizeler değildi. Edip, şu an, yazarken çıktı ortaya. (Hep böyle yapar.) Kendimi kapattığım odada aklımdan geçenler; “Acaba testimin sonucu pozitif çıkar mı?” sorusuna yönelik de değil. Bunca girizgâhın sebebi de…

Bu arada, hikâyedeki arkadaşın durumuna dair sorduğum soruları, acilden çıkar çıkmaz, gece 12 suları ona da yönelttim, şöyle yanıt verdi: “Sinirlerim çok bozuk. O kadar yorgun ve üzgünüm ki… Beni lojmandan attılar. Hem de annemin durumunu bildikleri halde, ‘ailene haber ver, gelip alsınlar seni’ dediler.”

Şimdi; yukarıda “tek bir soru var sorduğum” dediğim yerdeyiz. Tüm bu vahşiliğin içinde, ayrışmanın, rekabetin, hayatta kalmak için savaşma güdüsünün, duyarsızlığın (bahçeme mütemadiyen atılan maske ve eldiven olayını, pandemi sürecinden hatırlarsınız), bencilliğin, tekliğin ortasında; insan ne için yaşar? Evet, tüm saydıklarımın psikolojide mantıklı bir açıklaması var ama mantık, sınırlı zihnimizle ilgili. İnsan ne için yaşar sorusuna doğru yanıt verebilmek için kalbin de devreye girmesi şart.

1994’te yayımlanmış bir araştırmada, insan kalbine dair bir keşiften bahsediliyor. Bu keşfe göre, kalbimizde 40 bin özelleşmiş hücre bulunuyor. Kalbin içindeki bu sinir ağları, yani duyu aksonları beyin hücreleri gibi çalışıyor ama beyinde değiller. Kalbin içinde, beyin hücrelerinin beyin içinde çalıştığı gibi çalışıyorlar. Beynimizden ayrı bir şekilde öğreniyor ve hatırlıyorlar. Ama aslında bu iki organ, aynı sinir ağını paylaşıyor. Ve mesele de burada başlıyor: biz aslında birbirinden bağımsızmış gibi çalışan bu iki organı birlikte çalışır hale getirebilme yetisine sahibiz. Atalarımız bu yeteneği kullanabiliyorlardı ama bilim, (Kuantum Fiziği) yeni yeni keşfediyor.

Peki, bu ne demek? Ne olacak yani ikisini birlikte çalıştırdığımızda? Bize dayatılan ve tüm o ayrılık hissini yaşattığı için birbirimizden kopuk ve bağımsızmışız, hatta özgürmüşüz fikrini yaratan durumdan kurtulacağız. Yani önce kalbimiz ve beynimiz arasında bağ kurmayı başardığımızda, aslında hepimizin birbirimize bağlı olduğumuz hissini sadece duyumsamayacağız, aynı zamanda akledebileceğiz de. Düşüncelerimiz, duygularımız bedenimizdeki kimyasalları etkileyebilir, değiştirebilir mi? Bilim buna artık, evet, diyor. Kalbimizdeki o minnacık noktada bulunan 40 bin hücrenin beynimize yolladığı duygular, beynimizin bedenimize hangi kimyasalları salgılaması gerektiğine dair sinyaller göndermesine neden oluyor. Kendi üzerimden anlatayım: yani eğer ben, bu koşullar altında ya da yukarıdaki tüm o koşturmaca içinde “ya olursa…” deyip beynime korku/endişe/kaygı duygusu gönderirsem beynim de (hipotalamus) vücuduma (hipofiz bezime) bir uyarı gönderiyor ve adrenalin salgılaması gerektiğini söylüyor. Bu da, bedenim stresle mücadele etmek zorunda kaldı demek oluyor. Eğer ben, kalbimden sürekli stres yaratacak duygular iletiyorsam beynimle sakin ve huzurlu bir iletişim kurmayı beceremiyorsam bedenim ne yapsın? Mecburen, bir noktadan sonra hastalık üretecek. Şimdi bu bilgiyi mikrodan alıp makroda değerlendirelim: Eğer ben bağlantıda olduğum tüm insanlık ailesiyle bağımı tıpkı kalbim ve beynimle olan bağımı kopardığım gibi koparmışsam toplumun elinde, üretebileceği ne olacak? İşte Kovid-19’un, bağıra bağıra bize söylediği de buydu: Silkelenip kendinize gelin! Birbirinizle kopardığınız bağları yeniden inşa etmenin yollarını bulmak için düşünün diye sizi bir odaya kapattım ve siz hâlâ paranın, eşyanın, dört duvarın, yeni ayakkabı ve çantanın, depremde kurtarılacak canın değil de ultrason cihazının peşinde koştururken stres üretiyorsunuz; DURUN! Durun ve düşünün! Dilinizden düşürmediğiniz o “sevgi”, nasıl bir –liseden bir arkadaşımın annesinin, o sevdiğim ifadesiyle diyeyim-, kuzulkurt acaba diye düşünün. Kalbinizdeki o minik noktadan beyninize, oradan da tüm insanlığa göndereceğiniz sevgi duygusunun yaratacağı dönüşümü ve güzellikleri düşünün.

İnsanlık olarak battığımız bu çamurda "hepimiz biriz" deyip dururken aslında, saçma sapan bir sevgi pıtırcığı muhabbeti yapmadığımı ifade edebildiğimi umuyorum.

Kuzey İran’da adamın biri bataklığa düşmüş. Vücudu bataklığa saplanmış ama başı henüz batmamış. Bütün gücüyle bağırarak yardım istemiş. Yakarışlarını duyan biri, zavallı adama yardım etmeye karar vermiş ve "Elini bana uzat, seni bataklıktan kurtaracağım." diye seslenmiş. Çamura iyice saplanan adam, yardım için yalvarmanın dışında kendine yardım edilebilmesi için bir şey yapamıyormuş. Bu arada, yardım etmeye çalışan adam birkaç defa daha, "Elini bana uzat." diye seslenmiş. Fakat her seferinde aldığı cevap, yardım isteyen perişan bir seslenişmiş. Tam bu sırada başka biri ortaya çıkmış ve "Görmüyor musun? Sana elini asla uzatamayacak. Sen elini ona uzat. Ancak o zaman onu kurtarabilirsin." demiş.
 
Elhasıl;                                                                                       
“Bize birlik sarayın, doğru beşaret ayın,
Geç ikilik fikrinden, bırak benliği ya kul.” Yunus Emre