Farkındasınız; dünya bir cinnet hali yaşamakta ve cinnetin dozu giderek artmakta. Günlük hayatın sıkıştırması nedeniyle depresif bir ruh hali içinde çırpınırken bir de üzerine içinde yaşadığı toplumun ve insanlığın ruh sağlığı yüklendi, insanın sırtına. İyice ağırlaştık mı? Hep bir ağızdan vereceğimiz yanıt: evet!
Peki, neden? Sonda söyleyeceğimi baştan dile getireyim: Çünkü sevebilme potansiyeli olan varlıklar olarak, sevgi alıp verebilme kapasitemizdeki çatlaktan karanlık sızmakta ve içimizdeki yalnızlık duygusunu besleyen bu karanlık, başkalarıyla olan ilişkilerimizi yok etmekte. Sevgi, aklın dayanağıdır ve kendini iyi hissettiğinde insan, sevgisini kendine, başkalarına, işine ya da Tanrı’ya yönlendirir ve bu sevgi alışverişi depresyon olarak tanımladığımız duygu durumunu iyileştirme gücüne sahiptir. Hatta tek ilacıdır diyebiliriz. Çatlak büyüdükçe çırpınma başlıyor ve biliyorsunuz ki; aklın dayanağından yoksun bir çırpınış, batışı hızlandırır.
Çırpınış ifadesini biraz somutlaştırmakta fayda var. Çırpınırken akıl devreden çıkınca ne yapıyoruz? Mucize arayışı içinde, kendine, her “benim” diyenin ağzından çıkan kehanet cümlelerine kendimizi ve irademizi kurban ediyoruz.
Yıllar önce eğitim verdiğim bir kuruma, kendini “melek şifacısı” olarak tanımlayan bir kadın geldi. Kurumun sahibinin samimi bir arkadaşıymış. Referans böyle olunca kurumun sahibi, çalışanlar, öğrenciler, onların tanıdıkları derken hemen herkes bu kadını, Tanrı’yla bağlantılarını sağlayacak ve tüm sorunlarını bir çırpıda, onun torpiliyle çözecek tek otorite olarak görmeye başladı. Gaipten sesler duyuyordu ve o sesler ne diyorsa doğru oydu! Allah kimseyi aklı devre dışı bırakacağı çaresizliklere sürüklemesin, aklıyla kalbi arasındaki bağlantıyı koparmasın diyeceğim ama belki de, tekâmül için bu şekilde dürtülmek gerekiyordur, kim bilir! Derken bu kadın, kendisini sorgulayanları sırayla büyücü ilan etmeye başladı. Damarı da yakalamıştı, kılıfı; onu sorgulayanların, ekonomik sorunlar yaşayan kurum sahibinin bereketini engelledikleriydi. Perişan bir halde gelir, başlardı, muhtemelen kendisinin de inandığı hikâyeyi anlatmaya: “X, sabaha kadar sana büyü yaptı ve onu engellemek için gece boyunca savaştım. Hemen uzaklaştır onu buradan. Çok güçlü bir büyücü, önceki hayatında cadıymış, devam ederse ben bile engelleyemem. Beni dinleyip dinlememek sana kalmış tabii ama uzaklaştırmazsan Allah yardımcın olsun; sadece bereketini engellemiyor, ölüm büyüsü de yapıyor...” Vauv! En ‘benim’ diyeni bile şüpheye düşürtür. Kadının kendi hayatındaki sorunlarıyla baş edememesine, kendine hayrının olmaması konusuna hiç girmiyorum. Bir kişi, iki kişi, üç kişi derken bir gün gülerek dedim ki: “Arkadaşlar, bu kadın bir gün gelip benim için de böyle şeyler söylerse lütfen saçmalamayın, gelip benimle konuşun.” Bu cadı avını, öyle absürt buluyorum ki gülmekten ve söylenenleri beyhude yere sorgulatmaya çalışmaktan başka bir şey yapamadım. Benim bunu söylememin üzerinden kısa bir süre geçmişti ki, evet, tahmin edeceğiniz üzere ‘büyücü’ ilan edilme sırası bana geldi. Tüm o diğer insanlara ne yaptılarsa bana da onu yaptılar. İyi ki yaptılar…
Bunun üzerine, insanın sihir arayışına dair araştırma yapmaya başladım. Uzun soluklu okumalar yaptım ve ortalıkta dolaşan ne kadar ‘spiritüel’ akım varsa içine daldım. Ve başladığım noktaya vardım:
“Hararet nardadır sacda değildir Keramet baştadır tacda değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir.” Hacı Bektaş-ı Veli
Almanya’daki seminerlerimden birinde katılımcılardan biri, ara verdiğimiz sırada yanıma geldi ve çekinerek; “Sibel Hanım, oğlum bu ay çok önemli bir sınava girecek, onun için bir şey…” derken bilinç ve bilinç dışının zaman algısından başladım, neler yapabileceğini anlatmaya. Araya girip meramını netleştirdi: “Öyle değil, yani bana verebileceğiniz bir tılsımlı taş filan var mı yanınızda?” Seminer boyunca anlattıklarımdan ‘tılsım’ noktasına nasıl geldiğine akıl erdirme çabası bile beyhudeydi. Kitabımda da, seminerlerimde de, verdiğim eğitimlerde de, özel hayatımda da üzerine basa basa anlattığım şey şu oldu hep: Büyü diye bir şey yok, bir tek büyücü var, o da kişinin kendisi!
Psikologların ve psikiyatristlerin tedavi için yıllarca uğraştığı fobi ya da travma gibi durumları NLP teknikleriyle tek seansta[1] çözebildiği için saldırılarına maruz kalan ve NLP’yi popülerleştiren Antony Robbins, Sınırsız Güç adlı kitabında, Avusturalya’daki yerli kabilelerden birinde yaşanan bir olayı anlatıyor. Oradaki kabilelerde büyücü doktorlar, ‘kemik gösterme’ olarak adlandırılan bir büyü yapıyorlar. Bu büyünün, ‘kurban’ üzerindeki etkisi biliniyor; büyüye maruz kalan kişi mutlaka çok büyük bir hastalığa yakalanacağını veya muhtemelen öleceğini düşünüyor. 1925’te gerçekleşen böyle bir olayı, Dr. Benson şöyle anlatıyor: “Düşman tarafından büyülendiğini fark eden adam, gerçekten acınacak haldeydi. Tehlikeli veya anlamsız sözlerle, gözleri parlayarak, sanki kanına karışan zehirleyici sıvıyı geçiştirmek ister gibi ellerini kaldırarak donup kalmıştı. Yanakları soldu, gözler donuklaştı, yüz ifadesi korkunç şekilde bozuldu. Çığlık atmaya çalışıyor fakat genellikle sesi boğazında düğümleniyordu. Ağzında oluşan köpükleri görmeliydiniz. Vücudu titremeye, adaleleri istemeden burkulmaya başlamıştı. Sallanırken sırt üstü yere düştü, kısa bir süre sonra bayıldı ve biraz daha sonra can çekişir gibi kıvranmaya ve yüzünü elleriyle kapatarak inlemeye başladı. O’nun ölümü bir an meselesiydi.”
Onu bu hale getirecek ne olmuştu? Kemik gösterme adlı büyünün gücü hakkında tüm kabile tek bir olumsuz inancı paylaşıyordu ve gerçek olarak kabul ediyordu. Kişi kendisine büyü yapıldığını fark ettiğinde bilinç dışı, hastalık veya ölümle ilgili olumsuz düşüncelerini eyleme dönüştürdü. Kendisini seyredenlerin bilinçli zihinlerini tatmin edecek belirtileri gösterdikten sonra, bilinç dışı sahibinin inandığı sonu kendisine yaşatmış oldu.
Bu konuyla ilgili birçok örnek vermek mümkün ancak varmak istediğim yer; insanın çaresizlik nedeniyle sihir arayışı içinde spiritüel akımların ve isimlerin peşinde dolaşmasının sakıncaları… İnançlı olsanız da olmasanız da kaderinizi, hayatın sorunlarıyla boğuşan sizin gibi birinin ağzından çıkan cümlelere teslim etmekle aslında, inandığınız o kişiyi, Tanrı yerine koyduğunuzun farkında olmadığınızı biliyorum. Ama ne yazık ki durum bu. Tanrı varsa ve bir gün neden puta taptığınızı sorarsa yanıtınız ne olacak? “Senden geleni, sana rağmen yok etmek istedim; kendimdeki kötülüğe, tanrısallaştırdığım birinin aynalık ettiğini bile bilmeden..!”
Kendini şanslı bulan ve bulmayan iki grup denek üzerinde bir çalışma yapılıyor. Ayrı odalara alınıyorlar ve ellerine bir gazete veriliyor. Gazetede çok küçük yazılarla basılmış bir ilan gizli. İlanda, ilanı görenlerin büyük ikramiye kazandığı yazıyor. O küçücük ilanı görenler, şanslı olduğuna inanan gruptakiler oluyor. Yani siz, zaten karamsar bir halde sihir arayışıyla gittiğiniz kişinin ağzından çıkacak olan “iki yıla kadar kanser olacaksın” cümlesini alıp gerçeklik oluşturmaya yatkın bir yaratılıştaki nöronlarla hangi çatlağı, nasıl dolduracaksınız? Çatlaktan sızan neydi? Karanlık. Peki, çatlağı oluşturan neydi? Sevgisizlik. Peki, dilinden sevgiyi düşürmeden karanlığını konuşturanın fark etmesi gereken ne? Tabii ki üzerine çıkması gereken, kendisindeki karanlık. Bunun için neye ihtiyaç var? Aynaya, yani insana. Ne için? Sevgisizliğini fark edip sevgi alışverişini sağlayabileceği bir bağ kurabilmek için. Bu bağı kurunca ne olacak? Sevgi, silsileler halinde yayılacak ve kalpler yumuşayacak, dolayısıyla ve meselâ; sınır kapılarında insanlara zulmettiren insanın yıkıcılığı ortadan kalkacak. Kolay mı? İçimizdeki şeytanla uğraşmak kesinlikle kolay olmayacak ama olacak.
Son bir şey daha eklemek istiyorum. İnsanın yaşamına ve yaşadıklarına anlam arayışıyla birlikte yaşadığı sıkıntılar dolayısıyla girdiği arayış çok insani ve anlaşılır bir şey. Ben de bu arayıştan nasibimi hepiniz kadar aldım. Yukarıda sözünü ettiğim araştırmalarım sırasında karşıma Kabala Bilimi çıktı. Araştırmamı ve okumalarımı birazcık derinleştirince Einstein’dan Seneca’ya, Jung’dan NLP’ye, spiritüel akımlardan tasavvufa, kuantum fiziğinden psikolojiye kadar birçok kişi ve öğretiyle örtüşen ve hepsini besleyen açıklamaları olan bu kadim bilimi anlatmak üzere eğitim verdiklerini öğrendim. İnançlı olup olmamanızla ilgilenmiyorlar, diğer tüm öğretilerde ve dinlerde olduğu gibi onlar da arayışın sebebinin sevgi bütünlüğüne olan ihtiyaç olduğunu söylüyorlar ve birleşmezsek insanlık olarak çok da iyiye gitmeyeceğimizi dile getiriyorlar. Beni kitaplarını okumaya iten ana sebeplerden birini söyleyeyim: Büyüye onlar da inanmıyorlar!
Başka eğitmenleri var mı bilmiyorum ama eğitmenlerinden biri olan Marty Mutlu Meydan’ın, youtube’da “Realite’nin Algılanması” adı altında verdiği bir derse denk geldiğimde, NLP de tam bunu anlatıyor ve ben de seminerlerimde bunu açıklıyorum demiştim. Kendi işimi baltalamış, ayağıma sıkmış (!) gibi olacağım ama ben bu işten para kazanırken bu bilimi öğretmek isteyenler, tamamen gönüllülük esasıyla ve ücretsiz anlatıyorlar. Belki ilginizi çeker diye aşağıda bir link paylaşacağım. Kim bilir, belki de arayışınızın son noktası Kabala Bilimi’dir ve aradığınız sihirli değnek, sadece sizin elinizdedir.
[1] Bir NLP terapisti olarak NLP’yi bu kadar çok sevmemin en önemli nedenlerinden biri de hızlı oluşu. Ve bu hız dolayısıyla ‘büyücülük’ ithamıyla karşılaşmak tabii ki gayet anlaşılır bir durum.