"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Dilim Seni Dilim Dilim Dileyim

Dilim Seni Dilim Dilim Dileyim, Başıma Geleni Senden Bileyim

Ne güzel bir sözdür. “Evet, bugün sizden, bu ifadeyle ilgili bir kompozisyon yazmanızı istiyorum.” diyen edebiyat öğretmenim de bilirdi ki şiir açıklaması yaparken o yaşta “insan-ı kâmil” ifadesini kullanabilen biri olarak, bu sınav konusundan da en az 90 alacağım. (Hım evet, egom bugün tavan; hay’rolsun inşallah!) Her seferinde iki uyarı alırdım: “Kısa cümleler kur.” O gün bugündür hep –sadece- aklımda! Ve “Cümleyi ‘ve’ bağlacıyla başlatamazsın!” Tabii ki itiraz ederdim, “Bu benim üslubum.” Yazdığım kitabı yarışmaya göndermesi için ona teslim ettiğimde ve uzun süre hiçbir şey söylememesi üzerine, şöyle bir diyalog geçmişti aramızda:


“Öğretmenim, yarışmanın sonucu belli oldu mu?”
“Ne yarışması?”
“Yarışmaya göndermeniz için yazdığım kitabı size vermiştim ya.”
“A, unuttum ben onu.”

Bu kadardı konuşma. O günden sonra yazılarımı yarışmalara göndermeyi de bıraktım, kabalığa tahammül etmeyi de, o dersi dinlemeyi de… Dilin, zihnimiz ve onu izleyen davranışlarımıza etkisini fark ediyor musunuz? Bu ‘bermuda şeytan üçgeni’ bağlamında, karşımızdaki insana güvenip güvenemeyeceğimize ikna olabilmek için üç şeye ihtiyacımız var: Vücut dili, ses tonu ve kullanılan dil. “Nasılsın?” sorusunu yönelttiğiniz biri, “İyiyim.” yanıtını verirken omuzlarını yukarı kaldırıp bıkkın bir şekilde bıraktıysa ağzından çıkana rağmen söylediğine güvenebilir misiniz? Tabii ki, -ilişkinin yoğunluğuna göre- onu sıkıştırmaya başlar, sorununun ne olduğunu anlamaya çalışırsınız. Çünkü iletişim halindeyken karşımızdaki insanın söylediğiyle beden dilinin, bilinç dışı düzeyde eşleşmesini bekler, güvenme ihtiyacı içine gireriz.

“Gerçek”in Başladığı Yerdeki “Güç”

Güven, sahip olduğumuz ya da olmadığımız bir şey değildir. Dereceleri vardır. Güven (trust) kelimesi, eski Norveç dilinde ‘traust’, yani güçlü kelimesinden gelir. Gerçek (true) kelimesi de aynı kökten türemiştir. Birisinin güçlü olacağına inandığımız zaman ona güveniriz. Bizi hayal kırıklığına uğratmayacağını bilir, ondan destek alırız ve güvendiğimiz şeyin doğruluğuna inanırız. Diğer insanlar da bize, güçlü olduğumuzu ve onları hayal kırıklığına uğratmayacağımızı gördükleri zaman güvenirler. Karşılıklı güvene dayalı bir ilişki, iki güçlü insan arasında kurulabilir. Ve ilişkilerde uyum, çok kısa bir zaman içinde sağlanırken, güven kazanmak zaman alır.
 
İnsanların, kendileri gibi olan insanlardan hoşlandıklarını ve bu insanlarla vücut dillerinin benzeştiğini gözlemlemişsinizdir. Kendiliğinden gerçekleşen bu benzeşmeyi, 1960’lı yıllarda William Condon, “Kültürel Mikro-Ritimler” araştırmasıyla açıklamıştır. İyi bir ilişkisi olan insanların görüntülerini inceleyen Condon, vücut dillerinin bir dansı olduğunu gözlemlemiştir. Görüntüler, saniyenin kırk beşte biri uzunluğunda yavaşlatılıp film karelerine ayrıldığında, bu karşılıklı anlaşma tavrının dansı sırasında, biri bir hareket yaptığında, birkaç saniye sonra öbürünün de aynı hareketi yaptığı, aynı hız ve ritimde hareket etme eğilimi gösterdikleri, yani vücut dillerinin eşleştiği izlenmiştir. Aynı durum, ses tonu için de geçerlidir. İyi bir ilişkiye sahip insanlar, aynı hızla ve aynı ses tonuyla konuşurlar. Konuşma hızları birbirlerine denktir ve bekleme periyodu da (konuşan kişinin sustuğu anla, diğer kişinin konuşmaya başladığı an arasındaki duraklama süresi) eşitlenme eğilimindedir. Davranış düzeyindeki bu, karşılıklı anlaşma ve anlayış, karşımızdaki kişinin dünya modelini kavrayıp içselleştirme ve onu anlama arzusunun bir sonucudur. İşte sadece budur; iletişimde güçlü ve doğal olanı güvenilir kılan.
   "Sözcüklerin sizi,
sizin için önemli olan bir şeyi yapmaktan
alıkoydurduğunu fark ettiğiniz zaman,
sözcükleri değiştirin.”


Moshe Feldenkreis
 
Dil, insanı diğer canlılardan ayıran, toplumsallaşmanın temelidir. Birlikte olmak, bir arada yaşamak, bir parçamız olarak kabul etmemiz gereken diğer insanlarla iletişim kurarken anlamak, doğru bağı kurmak, uyum sağlamak, güvenmek ve güvenilir olmak için, dili etkin bir şekilde kullanabilmemiz gerekir.

İletişim, iç dünyamızı somutlaştırırken diğer insanlar tarafından görülebilir ve duyulabilir olmamızı sağlar. Deneyimlerimizin bir sonucu olarak, yaşadığımız evrende varlık göstermemize ve -içimizde gerçekleşmesi hasebiyle- soyut düşüncelerimizi karşıya iletmemize, karşımızdakinin soyutluğunu anlamamıza ve dolayısıyla da anlaşılmamıza olanak sağlar.

Dil, özgürlük alanı açar. Düşüncelerimizi değilse de, düşüncelerimizi ifade etme şeklimizi, yine deneyimlerimizden öğrendiklerimizin bir sonucu olarak sınırlar ve bu da, yanlış anlamalara, iletişim kazalarına, anlamamaya ve anlaşılmamaya yol açar. Çünkü kullandığımız kelimeler, düşüncelerimizi ifade ederken yetersiz kalır ve karşımızdaki kişiler sözcüklere, bizim yüklediğimiz anlamların dışında bir anlam yüklüyor olabilir. Dil paylaşılır ama anlamlar, her bir birey tarafından kendi algısına göre yaratılır ve paylaşılamaz. Meselâ; yukarıdaki öğretmenimin “unuttum” ifadesinde, onun o kelimeye yüklediği anlamla benim yüklediğim anlam tamamen farklıdır. Ya da “Gökyüzü bugün ne kadar mavi.” cümlesindeki “mavi” kelimesine dair, siz bu satırları okurken hissettirdiği duygu farklı, benim yazarken düşündüğüm farklı olabilir.

Dil, yaşadıklarımızı, deneyimlerimizin kendisiyle değil, dilin yapısından gelen yollarla açıklar.

“Yağmur yağıyor ve toprak kokusu her tarafa yayılıyor.” cümlesinde, toprak kokusunun her tarafa yayılmasını, yağmurun yağmasına bağlıyorum ama gerçek sebep, kelimelerle ifade ettiğimden çok daha karmaşık. “Beni çok kırdın.” dediğimde de, kırılmamın sebebi olarak karşımdaki insanı gösteriyorum, yani suçluyorum ama gerçek sebep çok ama çok daha karmaşık.

Sözcükler dünyayı, yine sözcüklerin kendileri tarafından öngörülen kategorilere ayırır; bizler de, bu kategoriler doğruymuş gibi davranır ve onları, aslında kendimizin yarattığını unuturuz.

Dil, deneyimlerimizin gerçekliğinden farklı bir gerçeklik taşır...

Gerçek dediğimiz ne? Ne olduğunu tam olarak biliyor muyuz? Yoksa bildiğimizi mi varsayıyoruz? Ya; dünyayla, yaşadığımız hayatla, kendimizle, karşımızdaki insanlarla ilgili, “gerçek” olarak tanımladığımız tüm varsayımlar, beş duyumuzla algıladıklarımızdan çok daha fazlasına tekabül ediyorsa..!

Duyularımız, bir radyonun sadece bir frekanstan gelen, olası iletilerinin alıcılarıdır. Bizim algıladığımız frekansın dışındaki frekanslar için “yok” diyebilir miyiz bu durumda? “Var” dediğimizde ise bizim algımızın dışında kalan frekanslar için sadece tahminler yürütebiliriz. Dolayısıyla, diğer radyo kanallarından gelen iletileri duyularımızla algılayamaz veya onları algılamak için gerekli cihazların kurulumunu sağlamazsak bizim için var olmuş sayılmazlar ve bizim için gerçek olan, tam olarak budur.

Peki, deneyimlerimizin bir sonucu olarak, anlam yüklediğimiz kelimeler bizi nereye sürükler?

Deneyimlerimizi dile aktardığımız ve bu, eksik birer yansıma olduğu için dili suçlarız. Çünkü deneyimlerimizin, kullandığımız dil ile aynı şekilde yapılandığını düşünüyor ve bu sınırlar içerisinde davranıyor olabiliriz. Sözcüklerin bizi sınırlamasına izin verdiğimizde; o sınırlar dolayısıyla göremediğimiz seçenekler arasından uzlaşmayı, anlaşmayı, olumlu davranış tutumlarını sağlayacak olanları fark edemeyiz. Ayrıca, karşımızdaki kişinin bizimle aynı fikirde olduğu yargısıyla, anlatmak istediklerimizin en önemli kısımlarını, farkında olmadan anlatmamayı tercih eder ve böylece, kafalarının karışmasına, dolayısıyla da istemediğimiz bir yola girmelerine sebep oluruz. Tüm bu olup bitenin yanı sıra, insanları yanlış anlarız, çünkü onları ağızlarından çıkan cümleler doğrultusunda dinler, kelimeler/cümleler arasındaki boşlukları "benim için" sanarız. Hâlbuki onun haritasında, kelimelerin yetersiz kalacağı bir anlam söz konusudur ve biz o boşlukları, kendi gerçeklik algımız doğrultusunda doldururuz. İşte bu yüzden de hep, doğru olmayan, gerçek dışı sonuçlara varırız.

Dil, deneyimlerimizin belli bir kısmını siler, genelleme yapar ve çarpıtır. Aslında çoğu zaman, dilin bizim açımızdan faydalı bir harita olması için, elimizde yeteri kadar deneyim ve anlam vardır. Dili ve konteksti paylaşarak iyi bir uyum kurmak, birbirimizi anlamak kolaylaşır. Eğer işaret direklerini, gideceğimiz yerle karıştırmazsak!

Ezop, Sisam Adası’nın Kralı Ladmon’un kölesi olmadan önce, çağın tanınmış bilginlerinden Ksantus’un kölesi imiş. Ksantus, bir gün Ezop’a demiş ki: “Çarşıya git, bu akşamki misafirlerime en iyi, en lezzetli yemekleri yapmak için ne gerekiyorsa satın al.” Ezop, Ksantus’un misafirleri şerefine verdiği ziyafette bütün yemekleri “dil”den yapmış. Ksantus, Ezop’u misafirlerinin önünde azarlamış. “Nedir bu rezalet? Ben sana en lezzetli, en nefis yemekleri yap, dedim. Sen hepsini dilden yapmışsın.” Ezop “Evet efendim, en lezzetli yemekleri hep dilden yaptım.” demiş. “Çünkü dünyadaki en güzel, en tatlı şey dildir. İnsanlar dilleriyle anlaşırlar, dilleriyle dua ederler, diğerlerine karşı sevgilerini dille anlatırlar. Dil olmasaydı, insanların hâli ne olurdu?” Aradan zaman geçmiş; Ksantus, bu defa pek sevmediği kişilere ziyafet vermek istemiş; ama bu defa Ezop’tan, en kötü yiyecekleri hazırlamasını istemiş. Ezop, bir önceki ziyafet gibi, çorba dâhil bütün yiyecekleri dilden yapmış ve efendisi azarlamadan kulağına fısıldamış: “Dünyadaki en acı, en çirkin, en kötü şey dildir. İnsanları, birbirine düşüren, kavga ettiren, aralarını açan, savaşlar çıkartan dildir. İnsanın başına gelen pek çok felaketin sebebi, dildir.”

Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma –her- geleni senden bileyim.