"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Felaketler Mevsiminde Bi(ri)z

LEKE
Çağın en karmaşık yerinde durduk
biri bizi yazsın, kendimiz değilse
kim yazacak
sustukça köreldi
kaba günü yonttuğumuz ince bıçak
Gülten Akın

Dün dostlarla oturduğumuz bir kafeden tam ayrılıyorken yan masada devam eden ve hararetle aranan sağlam bir maske konuşması üzerine haberimiz oldu; Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve okuduğum son haberde 23 milyon insanın karantina altına alınmasına sebep olan Corona virüs (yazının yarısına bile gelmeden rakam 60 milyon oldu), İstanbul’da da görülmüş ve hasta, hastane hastane dolaştığı için, şu an herkes risk altındaymış. Toplu taşım araçlarını kullanmamaktan, hastanelere gitmemeye kadar birçok uyarı yapıldı. Eve geldiğimde bir tarama yaptım: Hastalığın ilk teşhisinden itibaren olayların hızla bu noktaya gelmesi yaklaşık 25 günü bulmuş ve Çin’den gelen görüntülere bakınca; doktorların isyanından, yiyecek maddelerinin yağmalanmasına, şehir giriş çıkışlarının dev beton bloklarla kapatılmasından, hastalığa yakalanmış insanların ağaç gibi devrilmesine kadar her şey bir bilim kurgu filmden sahneler izliyormuşum gibiydi.

Bu haberin üzerine, Elazığ’da meydana gelen depremi duydum. Diğer ülkelerde, felaket zamanlarında insanların ne yaptığını az çok duymuşuzdur ama Türkiye’deki kadarını bilemem. Sahte twitter hesapları açıp “Göçük altındayız, yardım edin, şarjım % 15..” diyenden, ilk anda vergi muafiyetini aklına getirene, felaketi para toplamak için fırsata çevirmek isteyene kadar her şey, yine bir film sahnesiymiş gibi. Daha önceki felaketlerden; Kızılay çadırlarını ve battaniyelerini parayla satanları, göçük altındaki insanları soymak için kamyonlarla deprem bölgesine gidenleri, felaketi yaşamış olanların ‘öteki’liklerine göre yardımı hak edip edemeyeceklerinin hesabını yapanı, hatta Van depreminde sırf Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölge olduğu için, “Oh olsun!” (hani şu son yazdığım yazılardan birinde bahsi geçen programın malum sunucusu.. Yazı için bkz. Link) diyenini de, daha beterlerini de biliyoruz.

Hemen öncesinde Avustralya yanıyordu. Hâlâ yanıyor. Orası yanarken yanardağlar patlamaya başlamıştı diye hatırlıyorum. İnsanlar; hayatları boyunca çalışıp hayatları karşılığında aldıkları tüm mallarını bir damla aleve ya da göçüğe bırakıp gidiyordu; eğer hayatlarını da bırakmadılarsa..! Geriye doğru sıralamaya gerek yok. Malum olan, dünya halkı olarak ayda yılda bir duyduğumuz ve yaşadığımız felaketler, artık hiç ara vermeden, silsileler halinde yaşanıyor. Yani demem o ki kötülüğümüzün son noktasındayız ve artık kimin ne dediğinin, ne yaptığının bir önemi yok. Önemli olan, insanlık olarak ne yapmadığımız..!

Bu arada, her felakette olduğu gibi; sosyal medya komplo teorisyenleri yine iş başında. Meğer bu virüsü de İsrail yaymış. Tüm felaketlerde, başrolü oynadığı iddia edilen ‘İsrail’, sadist bir canavar olmalı ki tek seferde kurtulmuyor da, doz doz veriyor, kendilerinden olmayanlara ölümü! Üstelik hiç kafası da çalışmıyor olacak ki hep de bilim kurgu kitaplara göre kurguluyor öldürme stratejisini.

Peki, sadece sosyal medyada ya da bir türlü gelmeyen hastane sırasında vs. veryansın edip durduğumuz dünya neden böyle? Size bir sır vereyim: Çünkü biz böyleyiz ve eğer içimizdeki pencereden dışarısı nefret dolu, karanlık, kötü vs. olarak görünüyorsa kendimizle çalışma yapmamız gereken son noktadayız demektir. Pencereleri temizleyebilmek için zaman ayırmaya, güç harcamaya, ihtiyacımız olan tüm malzemeye sahip olduğumuzu fark etmeye ve o malzemeleri oldukları yerden çıkarıp kullanmaya ve tüm bunları yapabilmek için de isteğe ihtiyacımız var. İstek neden önemli? Eğer ‘kötü’ olarak tanımladığımız davranışlar nedeniyle insanlar gözümüze kötü görünmeye devam ediyorsa ve biz bunun için herhangi bir adım atmıyorsak o kötülükten mutlaka ikincil bir fayda sağlıyoruzdur. Kulağa nasıl geldiğini biliyorum ve sesinizi duyar gibiyim: “Bir insan kötülükten ne fayda sağlayabilir ki?” Açıklayayım: Kişi kendisinde kusur görmez; doğamız bu. Kendi penceremizden, beş duyumuzla algıladığımız dünyaya dair öznel bakış açımızla, sorun diye algıladığımız ne varsa her zaman başkaları suçludur. Eğer beynimizdeki zevk ve acı merkezinin aynı olduğunu ve ikisinden biriyle ilgili seçim yapma inisiyatifinin sadece bize ait olduğunu bilirsek çalışmak, çaba harcamak zorunda kalırız. Ve bunun zorluk derecesi de, dünyayı algılayışımızın sınırlarına göre olduğu için kolay olanı seçer; suçlarız. Hep ‘mağdur’ olmak, hep ‘perişan’, ‘mutsuz’, ‘agresif’, ‘iyi niyeti sömürülen’, ‘eziyet gören’ ya da ‘eşek’ olmak; sıfır çabayla ve dolayısıyla da, tercih ettiğimiz ‘acıyla’ yaşamımızın sonuna kadar bizi idare eder. (Eder mi gerçekten?) Sadece idare ederek sürdüreceğiniz bir yaşam değildi kurguladığınız, hatırlayınız! Doğanın düşünebilen tek parçası olan kendinizle yüzleşip kendi üzerinizde çalışma cesareti gösterdiğinizde göreceğiniz tek şey: sizden başka kimsenin, -eğer buna ‘suç’ denirse- suçlu olmadığı olacaktır. Dönüşen bu duygusal izlenimlerin yarattığı bakış açısı bize; suçun, kötülüğün, hatanın, eksikliğin, karanlığın, acının, sömürünün, zararın olmadığı bir dünyanın kapılarını da açacaktır. Tüm bunların üzerine çıkıp seyre dalacağınız yaşamınız, zihninizin kendi krallığında cehennem dediğiniz koşullardan çıkıp yarattığınız cennet olarak sürdürülebilir. Buna sevginin olduğu yer diyoruz ve doğada, emin olun; “Sevgi tüm suçları örter”.  

Nasıl örter? Bir defa, nefreti doğuranın sevgi olmadığını ama nefreti, sevginin örteceğini bilmekte fayda var. Egomun penceresinden bakarken dış dünyayı dışlamamın, doğamın bir parçası olduğunu kabul ediyor, kendini gösterdiği anda fark ediyor ve onu umursamıyorum. Yaratılışım gereği, gerçekliğe egomla baktığımı algılıyor ve herkesi, her şeyi kontrol etmek isteyen egom nedeniyle her şeyi ve herkesi kötü gördüğümü kabul ediyorum. Karanlık olmazsa ışığı göremem, eksiklik olmazsa bütünlüğe gelemem, nefret olmadan da yaşayan her canlı için sevgiyi inşa etme çabası içine giremem. Nefret her boy gösterdiğinde, mesela; toynak yiyenlerin, virüsün yayılma sebebi olarak Çinliler’in beslenme biçimlerini gösterip bunu hak ettiklerini söylemelerindeki nefreti gördüğünüzde, ona karşı sizde de ortaya çıkan nefreti, sevgiyle örtmeniz gerektiğini hatırlayıp tekrar tekrar göstermeniz gereken çabayı sergilediğinizde, dünyayla ilişkiniz nasıl olur sanıyorsunuz?

“Doğayla savaş halindeyiz, kazanırsak kaybedeceğiz.”
Hubert Reeves
 
Hepimiz oturduğumuz yerde ahkâm kesiyor ve hapsedildiğimiz küçücük ekranlar varken başkalarıyla bağlantı kurmak istemiyoruz. Yan yana gelmeyi unuttuk ama iletişimi de koparmadık, sağ olsun emojiler de imdadımıza yetişti, hal hatır sormanın en yormayan yolu olarak kullanıyoruz. Çekildiğimiz köşelerimizdeyken giderek daha fazla yalnızlaştığımızı ve yabanileştiğimizi fark etmiyoruz. Bununla birlikte, giderek daha yakıcı bir şekilde fark ettiğimiz bir şey var: boğuluyoruz. Çünkü doğayla uyumumuzu kaybettik. Bunu, yaşadığımız felaketlerin ne kadar arttığına baktığımızda da görebiliyoruz. Yeni bir şey söylemiyorum. Benden önce Aborjinler de demiş!

“Ben oğluma, oğlum bana sarıldı. 11. kattaydık. İkimizdik. Sadece sarıldık aynı evin içinde. Devam etse, yıksa geçse bile hiçbir şey yapamazdık, sarılmaktan başka. Arkadaşlar, dünya bu kadar işte. Saniye sonramızın hükmü yok. Bilinirliği yok..” Gülbeyaz isimli bir annenin, depremden sonra sosyal medyada paylaştığı bu cümlelerinde gördüğümüz şey; doğanın bu yıkıcı kuvveti karşısında kendimizi ‘sıfır’ olarak hissettiğimiz ve ona karşı hareket ettikçe, yani doğayla birlikte var olmama çabası içindeyken ne kadar çok şey kaybettiğimiz. Doğa karşısındaki zayıflığımız söz konusu olduğunda, Avustralya kıtası alevlerle yok olurken çaresizce kaçışan zavallı hayvanlardan ne farkımız var?!

Kötülüğümüzün son safhasında olduğumuzu söylemiştim. Bu dönem kötülüğümüzü, insanlık tarihi boyunca sergilediğimizden fazlasını faş ettiğimiz bir dönem. Ve artık insanlığın, saklandığı yerden, köşesinden, küçük ekranlar karşısındaki hapis hayatından kurtulmasının; gerçek, büyük, doğru, geniş, sonsuz gelişimin birbiriyle kuracağı bağlantıdan, bağdan geçtiğini kabul etmesinin gerektiği bir dönem. Yani biz, kendine insan[i] diyenler olarak ya isteyerek birbirimizin kalplerine dokunmayı öğreneceğiz ya da doğa bizi, döve döve birleşmemiz, egolarımızdan sıyrılıp en saf şekliyle sevmeyi öğrenmemiz gerektiğini bize kabul ettirecek. Egonun, tek tek bireyler aracılığıyla yaşamı nasıl kıydığını görmek istemeyen gururumuzdan geriye cansız bedenlerimiz kalmadan önce uyanmanın zamanı gelmedi mi?

Dünya, insan eliyle yıkıma doğru sürüklenmeye devam edilirken 8 milyara nispetle insanlığı savunan çok az kişi olabiliriz ama düşe kalka da olsa, hâlâ umudumuz var. Bir olduğumuzu, birlikte hareket etmek zorunda olduğumuzu, her canlı için çatıya sevgiyi koyarak anlatmaya devam etmek, azıcık da olsa, bu sorumluluğu hissedenlerin zorunluluğu.

Elazığ’daki depremden sonra google’da en çok aratılanın, “Elazığ Kürt mü?” ifadesi olduğunun arkasında ne olduğunu, en son Suriyeliler’e yönelik nefret söylemlerinden de biliyoruz. Bilmeyi reddettiğimiz, görmek istemediğimiz şeyi, depremde enkaz altından kurtarılan bir kadın demiş: “Biz Suriyeliler’e taş atıyoruz ya, Mahmut isimli bir çocuk tırnaklarıyla toprağı kazıya kazıya, elleri paramparça, bizi enkaz altından çıkardı. O çocuğu asla unutmam.”

Şimdi soru şu: Egonuzun dehlizlerinde kendinizi yakalayıp insanlığın önüne sevgiyle sunmak, bağ kurmak ve bunun nasıl yapılacağının yollarını öğrenmek için çaba sarf etmek mi; yoksa doğanın sillesini yiye yiye ölmek mi..?

“Seyis Behram, yedinci günün sonunda gelip, bedeni ölmüş atla gururu ölmüş çırağının arasına oturdu. Ve ona dedi ki: Yılkıdan üç türlü at gelir. Bazı atlar, daha diğer atlara vurulan kırbacın sesini duyduklarında terk ederler huysuzluklarını; ruhlarıyla derileri arasında bir mesafe yoktur. Bazı atlar ise, kırbacın açtığı yarayla ruhları arasında gider gelirler, yara açıldıkça ruhları ile derileri arasındaki mesafe kapanıverir. Kan ruhlarına damlayınca teslim ederler kendilerini. Bazı atlar da var ki, her kırbaçta açılır ruhlarıyla bedenleri arasındaki mesafe. Sen onu kırbaçladıkça ele geçmez olur ruhu. Öylelerinden geriye, cansız bir tay bedeni kalır. Bir de seyisin hafızasında, gururu hiç öldürülemeyen bir tayın gurur kıran görüntüsü. Ustalık, bu tür tayları uslandırmakta değil, ona hiç bulaşmamakta saklı. Kırbaç, zaten yola gelecekler için sadece bir bahane.”[ii]
 


[i] Âdem Peygamber’in dili olan İbranice’de ’insan’; koşulsuz sevgiyi yaşayabilene ve gerçek sevgi bağını kurabilmiş olana deniyor. Dolayısıyla dilleri bunu derken, başka milletler için ölüm dileyebilmelerine olan nefret içerikli inancı sorgulamakta fayda var.
[ii] Ali Ayçıl

Görsel, Erdal Kınacı’ya ait.