“Yeryüzünün yüzüne karşı, bir şarjör mermi boşaltmıyorsa bir yazar, hiçbir iş yapmıyor demektir!”
Metis Yayınları’ndan çıkan şiir kitabı “Madde Kara” ve ilk romanı “Resul”ün yazarı Hüseyin Kıran ile Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Gecedegiden” dolayısıyla, başkacası mümkün olmayan bir yerde, “At Pazarı”nda, Gecedegiden, Hüseyin Kıran ve yazı üzerine lezzetli bir sohbet gerçekleştirdik. Okuyacaklarınız “hayata müdahale” etmeniz yönünde güdüler mi bilemem ama çok keyifli bir okuma sizi bekliyor. Ama demeli: “…ne kadar sokulsalar, sanki arada camdan bir zar.” Kim bu yakışıklı? Gecedegiden?Gecedegiden yakışıklı değil bir kere. Onu söyleyelim. Bu adam toplumun dışına düşmüş bir adam. Ama birebir, bir anti-kahraman kalıbı içinde değerlendirilebilir bir adam değil. Yazdığım romanlarda, Resul’ün de, Gecedegiden’in de bir anti-kahraman olduğunu söyleyemeyiz. Ama bu yönde iddialar var. Bazı eleştirmenler bunun bir anti-kahraman olduğu yönünde bazı değerlendirmeler yaptı. Çok katıldığımı söyleyemem. Yazmaya çalıştığım, edebi atmosferin ürettiği bir şey. Anti-kahramanlık durumu. Ama niyet ettiğim, kesinlikle bir anti-kahraman yaratmak değil. Hatta kahraman yaratmak bile değil. Daha çok, dünyayı anlamakla ilgili bir şey. Ya da ne kadar zor bir yerde yaşadığımızın farkına varmak ve mümkünse bunun farkına vardırmakla. Ki, dünyada işlerin ben çok zor olduğunu düşünüyorum.
Karanlık der misiniz Gecedegiden’e ve dünyasına?Karanlık tabii.
Ve bir insan yaratma fikri ne tür bir zihnin ürünü olabilir?(Gülüyor) Sakat bir zihnin ürünü. Karanlık şöyle: ben dünyanın görünen bir yüzey içinde yaşandığını düşünüyorum. Toplumsal ilişkiler açısından. Hepimiz bir taraftan varlığımızı sürdürürken, doğrusu yanlışı bir yana, genel toplumsal kabuller ölçüsünde yaşıyoruz. Bir yüzey olarak birbirimizle ilişkilerimizi, hatta kendimizle ilişkilerimizde, bazı durumlarda, kendimizi çok bastırırsak, belli bir kabul noktasından sürdürürken birçok şeyden fedakârlık ediyoruz, feragatte bulunuyoruz. Gecedegiden’i yazdıktan çok sonra, Foucault’nun “Büyük Kapatılma” kitabını okuyorum. Orada, 1839′dan bahsediyor yanlış hatırlamıyorsam, bir ihtiyaç oluşmuş; işsiz, çingene, fahişe, dilenci, eşcinsel, deli, sakat, bugünün kapitalist sistemi içinde istenmeyen her tür tip resmen saklanmış. Ve bu insanlar Paris’te büyük bir alanın içine kapatılmışlar. Bir tür büyük bir hapishaneye. Bir eşcinselle çingeneyi, çingeneyle bir dilenciyi niye yan yana koyarsın? Bu insanlar toplumsal üretim biçimi içinde herhangi bir konumu olmayan insanlar. Dolayısıyla burjuvazinin niyetlerini orada biraz çözebilirsin. Bu işte, bizim toplum boyutunda ötekileştirdiğimiz ve işin dışına çıkardığımız, bütün o yaşam süreçlerinin dışına çıkardığımız insanlar. Bunu aynı zamanda biz kendi içimizde de yapıyoruz. Tek tek bireyler olarak da. Dışarıda kabul görmeyeceğimiz yanlarımızı, parçalarımızı ne yapıyoruz? Yok ediyoruz. İçimizde bir yere gömüyoruz. Ama onlar yok olmuyor. O, Beckett’in, “aslında herkes deli doğar” diyerek kastettiği şey aslında biraz da bu. Herkes henüz o formu almadan, formatlanmadan, o genel kabulleri henüz bilmeden, itkileriyle, tepkileriyle, içgüdüleriyle, kendi yabanın doğasıyla doğuyor. Büyüme sürecinde, bir bütün olarak bütün kurumlar, toplumsal kurumlar dediğimiz her şey bu alana hizmet ediyor. Aileden başlıyor. Okulla devam ediyor. Şimdi artık medya da girdi işin içine. Neyi hissetmemiz, neyi düşünmemiz gerektiğine, neyin olabilir, kabul edilebilir olduğuna ilişkin bu genel algıda, bunun karşıtı olarak birbirimize yükleyerek bunu sürdürüyoruz. Mesela, senin yüzde otuzun ya da benim yüzde otuzum yok. Ya da hiç ortaya çıkmamış. Hiç konuşulmamış. Ve biz bu yüzde otuzun, atıyorum tabii bu rakamı, yüzde otuzun yüzde on beşini kendimiz bile bilmiyoruz. Oraya hiç dokunmuyoruz. Yani hiç ilişki kurmuyoruz. Ama bu var. “İçimde katledilmiş bir varlığın izlerini buluyorum” diyor yine Beckett, o da buraya bir atıf. Yani kendi kendimizin içinde bir şeyleri öldürerek, ancak var olabiliyoruz. Toplumsal ortam böyle bir şey gibi geliyor bana. Böyle görünüyor. Dolayısıyla bu kapalı alana, bu karanlık alana biraz el atmaya çalışıyorum. Tabii gücüm ve yeteneğim oranında. Her şeyi yaptığımı iddia etmiyorum. Gerçekten bu iş bayağı zor. Bayağı bayağı okumak gerekiyor. Türkçe’ de olduğu kadarıyla ve ben gücüm yettiğince okumaya çalışıyorum. Ve bu alana biraz ışık tutmaya çalışıyorum. Öyle söyleyeyim. Yaptığım işin özeti bu.
İnsan yaratma fikrine ilişkin de, tabii büyük şeyler söyleyemeyeceğim ama keşke daha fazla yapsaydım. Bunun üzerine tek bir kitap bağlasaydım. O, çok daha iyi olacaktı bence. Orada şöyle bir şey işliyor. Bir kere bu alana ilişkin okumalarımda karşılaştığım şeyler var. Türkçe’ de, literatürümüzde yok. Bildiğimiz edebiyat alanı içinde yok. “Doktor Dee’nin Evi”nin yazarı Peter Ackroyd’da karşılaştım. Yahudi Kabalası’ ndan metinler okurken karşılaştım. Fikir nereden geldi onu söylüyorum. Yoksa bu, benim üstüne düşündüğüm, mesele edindiğim bir konu değildi. Yaratma fikrinin Tanrılık iddiası gibi budalaca bir yere vardığı da yok. Bu, çok iyi, çok doğurgan bir fikir. Yani, bunun üzerinden birçok şey yapılabilir. Benim yaptığım şey kısır kendi içinde. Ama Gecedegiden kitabının kendi darlıkları var. Öyle olması da gerekli zaten. Gecedegiden diye anlattığım adamın kendisi zaten dar bir alandan anlatılabilir bir şey. Yani, bırakın kahraman olmayı, bırakın anti-kahraman olmayı, bir insan olduğundan bile şüphe edeceğimiz darlıkta bir varlık. Dolayısıyla; böyle bir insanın yaratabileceği kendisine ait mahlûkun, yaratılan varlığın da, öyle çok sere serpe, çeşitli ihtiyaçlara yönelik, ki, ihtiyaçlara yönelik bir insan üretmekten bahsediyoruz, böyle bir varlık olmayacağını kestirebiliriz. Dolayısıyla, Gecedegiden’in kendi darlığı içinde, yaratacağı insanın nasıl olabileceğine ilişkin, bu da bir indirgeme aslında. Kaba terimlerle konuşmamak için, ekonomik ve erotik nedenlerin hayatta çok önemli olduğunu söylemem gerek. Ekonomik nedenleri biliyorsun, toplumsal doğamızın zorunluluğu… Toplumu dönüştürmek, birbirimizi sömürmek, para kazanmaya çalışmak gibi. Bireysel zorunluluk da, bireysel doğamızın gereği. Bir anlamda, toplumsal zorlamalar. Cinsel zorunluluklarımızdan kurtulamayız, tabiatımıza işlemiş ama ekonomik zorunluluklardan kurtulabiliriz. Dangalakça bir durumdan bahsetmiyorum. Her şey günlük gülistanlık olacak filan değil. Ama biliyoruz ki, şu anda yedi milyar nüfusumuzun çok daha fazlasını besleyebilecek kadar gıda üretiyoruz. Ama Afrika aç. Amerika’da obezite vs. Yani böyle dengesiz ve çarpık bir ekonomik yapısı olduğu için dünyanın, kapitalist sistemin, mahlûk yaratma fikri biraz da buraların aydınlatılması fikriyle ilgili bir şeydi. Kendi içinde fikir güçlü olunca tabii, kitap da daha fazla rol aldı. O kadar büyük bir şey düşünmemiştim. Gecedegiden’in, ya da benim yazdığım her şeyin, yani; gerçek dünyayla bilincimiz arasındaki çelişkiyi, farkı, o açmazı, uçurumu, o bir türlü kapanmayan şeyi, dünyayı çok doğru yaşadığımızı düşünmüyorum. Senin, benim, herkesin. Bir takım atfettiğimiz değerler, anlamlar gerçek dünyada işleyen şeyin yerine geçiyor. Ama bu tabii, bir bakıma, kendi yarattığımız yalan bir dünyada. Bu, tırnak içinde. Mahlûk yaratma olayı bu. Ama bu çok su kaldırır bir şey. Daha yarım saat, bir saat konuşsam… Hatta konuşmalıyım da ama keşke böyle harcamasaydım bu fikri de, başlı başına bir kitap olarak düşünseydim diye de sonradan düşündüm. Fakat ok yaydan çıktı, yapacak bir şey yok.
Gecedegiden’in şikayet ettiği “o sümüksü ilgi” nasıl bir ilgi? Arınmak için büyük çaba harcadığı insanlardan şikâyeti ne?Çok karmaşık bir tarafı yok aslında. Eğer sadeleşmek istiyorsanız, ki, ben sadeleşmek istiyorum, dolayısıyla, benim yazacağım kahraman da sadeleşmek ister. Sadeleşmek de, gerçekten azalmak, gerçekten temizlenmek, kendi saflığını yaşamak, kendi içindeki o doğayı yaşamak. Doğu bilgeliklerine varan bir şey bu. Ama tabii benim hiç öyle bir sorunum yok hayatımda. Nirvana’ya ulaşayım vs. gibi bir derdim yok. Ben hayatın içinde olmaktan çok memnunum fakat bir taraftan da demek ki, memnun değilim. Bunlar insanı inciten şeyler. Yani, bu dünyada bulunmak! Dolayısıyla Gecedegiden’in yapmaya çalıştığı şey, kendine kapanmak ve saf bir varlığa dönüşmeye çalışmak. Kendisiyle eşit, kendinden başka hiçbir şeyi olmayan…
O ilgiden kurtulmaya çalışmasına ben şaşırmıyorum. Çünkü o ilginin kendisi, hele Türkiye’de, yani, dersine çok fazla çalışmamış insanların dünyasında, şekilsiz, amorf, herkesin aşağı yukarı birbirine benzediği, ne yazık ki lümpen bir çorbaya benzeyen toplumsal ortamda, insanların sana ilgi göstermesi, insanlarla ilişki kurman, bunların hepsi büyük bir acı kaynağı. Tabii ki, Gecedegiden bunu böyle tasarımlayamaz. Gecedegiden’in kendi gerçekliği var. Bu gerçeklik de yaşanmış bir gerçeklik. Yaşanmış gerçeklik deyince çok iddialı oldu. Yaşantılanmış bir gerçeklik. Dolayısıyla yazdığım şeyin içinde, kendi formuna uygun davranmak zorunda. Gecedegiden’in dertleri daha başka. Güvenlikle ilgili sorunu var. Zaten güvenlik benim saplantılı sorunlarımdan birisidir. Saplantı biraz ağır oldu ama böyle.
Kitapta çok canlı bir sahne var. “Önce yerden eline geçirdiği bir taşla vuruyor kafasına. Aniden Kaplan! Tak! Diye bir ses patlıyor. Artık çıkan seslerin gereksiz olduğunu kimse iddia edemez.” Sonra devam ediyor…İşte bu, dış dünyayı reddetmenin alegorisi. Kimseyi öldürmüş değil. Dışarıdan gelecek ilgiye, o kendi içindeki yoğunlaşmayı dağıtacak ilgiye karşı, onun tepkisi. O bir duvar. Orada anlatılan şey, gerçekten bir cinayet değil. Beckett’te vardır: “Yazdıklarımda alegori arayanların boynu altında kalsın!” der, ben de, aramayanın boynu altında kalsın, diyorum. Alegorik şeyler yazıyorum. Yani okuduğunuz metne inanmayın. Onun arkasında başka bir metinsel durum var. Ya da bilgisel bir durum var. Ya da daha saf. Dolambaçlı bir yolla ifade etmiş olsam bile, aslında anlatmak istediği şey çok basit. Bir adam hayat karşısında tedirgindir ve kendini korumak ihtiyacındadır. Bunun karşısında da kendisine yöneltilecek bir ilgiyi gerekirse cinayet işleyerek yok edeceğini ima eder. Benim yazdığım şeyleri anlamak için hep biraz şairlikten geldiğimi ve çalışmaya da devam ettiğimi unutmamak gerek. Birebir okursanız, ben klasik anlamda romancı değilim. Çok defalar söylemişimdir, romancı değilim ben.
“Cümlenin vardır bir bildiği…”* Benim burada dert ettiğim şey şu: dilden gelenle bir sorunu var Gecedegiden’in! Deminki sahnede “Yersiz konuşmalara hiç benzemiyor değil mi?” diyor mesela…Dil de, çok sorunlu bir alan benim için. Bir defa en büyük sorunu dilin, başkaları tarafından icat edilmiş olması. Şimdi yenilerde Saffet Murat Tura’nın “Madde ve Mana”sını okuyorum. Son 15 sayfası kaldı ve tekrar toparlayacağım belki kitabı. İşte orada, konuşmak bir şey icat etmek gibidir, yani alet yapmak gibidir, gibi şeyler söylüyor. Böyle bakınca çok kötü değil ama biz artık yeni aletler üretebilecek durumdan çıkmış varlıklarız. Çok fazla düşünülmüş, çok fazla konuşulmuş, çok fazla yazı yazılmış. Yani; insanlar düşüncelerini öyle fazla ifade etmişler ki, artık sana kullanılmayan kelime, kullanılmayan cümle kalıpları ya da yeni, başkalarının söylemediğini söyleme alanı artık neredeyse kalmadı gibi bir şey. Bu alan o kadar daralmış ki, sen onu kazarak açıyorsun. Şiir orada devreye giriyor. Çünkü şiir bunu yapabiliyor. Şiir çünkü bambaşka kelimeleri bambaşka bağlamlar içinde kullanarak yeni bir takım bilgiler üretebilir. “İmgenin Bilme İşlemi” gibi bir ders başlığı vardır ya, çok da berbat bir derstir, yani burada söyleyebileceğim şey o. Dilin kendisi başkaları tarafından icat edildiği için beni rahatsız ediyor. Ama tabii, yepyeni bir dille konuşmak da mümkün değil. Bir anlamda sınırda durmak ve o sınırı bir adım öteye taşımak lazım. Klasik anlamda o gündelik konuşmada… Daha demin, tramvayla geliyordum buraya, Anadolu’dan gelmiş ticaret erbabı bir arkadaşımız Anadolu’daki muhasebecisi ile ilgili bir takım bilgiler aktarıyor. Buraya mal almaya gelmiş. Bayağı detaylıca öğrendim. Tam tepemde. Buna maruz kalmak korkunç bir şey. Ben de bu arada Fredric Jameson okumaya çalışıyorum. “Modernizm İdeolojisi”ni. Yani kâbus gibi bir şey. Tahmin edersin nasıl kötü bir biçimde etkilenebileceğimi. Ama dünya böyle bir yer bir taraftan ve bunun dışına doğru gitmeye çalışıyorsun. Varsa gidilebilecek bir yer. Bunu kendin açman gerekiyor. Başkaları da açabiliyor bazen. Her zaman değil, en iyi yazarlar. Açıyorlar. Sana yeni bir alan, yeni bir ışık, yeni bir bilgi formu, yeni bir dilsel form getiriyorlar. Niye üslup meraklısıyız? Niye yeni bilgiler üretmiş adamları, Saffet Murat Tura’yı bu kadar değer vererek okuyoruz? Çünkü mevcut bilinenin sınırının bir adım ötesine gitmek istiyor. Bu, yorumsamacıları, tarihselcileri niye sevmiyoruz çok fazla? Marksist olmamıza rağmen! Bu, oralardan geliyor. Biraz daha deneysel, ufuk açan… Tabii, biraz akılcılık yapmak gerekiyor orada. Nereye doğru gidiyoruz? Orada ne var? Bu tarafı biliyoruz. Kendimizin olduğu tarafı. Toplumsal ilişkiler içinde üretilmiş dilsel ortamı. Öbür tarafta ne var? Evren genişliyor diyoruz, peki evren nereye doğru genişliyor? Boşluğa. Boşluk diye bir şey var. Onun tahayyül edilemezliğini hissedebiliyorsun. Nereye doğru açılıyor bu? Dil de bunun gibi. Biz açmaya çalışıyoruz. Daha ileri gitmeye çalışıyoruz. Ama tabii, kültür sizin açtığınız alanı hemen dolduruyor. Oraya da geliyorlar. Yoksa benim gibi bir adamla niye röportaj yapmak istesinler? Ya da kitaplarımı okumak istesinler? Orasının hemen dolduğunu hissediyorsun ve yeniden bir mücadele başlıyor. Ben, bir adım öteye taşımaya çalışıyorum. Bu, tüm o kalıplardan kurtulmakla ilgili. Yeni bir şey üretmeye çalışmak, yeni bir şey söylemeye çalışmakla ilgili. Ha, başarılır başarılmaz, onun değerlendirmesini yapmak bana düşmez. Ama niyetim de, böyle “garez” duyarak saldırdığı yer de burasıdır.
Kitabı okurken ilk cümlem “çok eğleniyorum”du. Eğlendiğim bölümlerden biri de şu hasta olmaya çalıştığı bölümdü. (Bir de heyecanını dindirmek için elini ısırmak zorunda kaldığı yer…) Hasta olmaya çalışma yöntemi okuyucuya kalsın ama neden hasta olmaya çalışıyor?O şuradan çıkıyor. Bu, kitap yazılıp bitirildikten ve piyasada dolaşmaya başladıktan sonra kafamda daha da oturdu. Özellikle, okuyan insanlarla oturup konuşurken daha çok aydınlandım niye yazdığımla ilgili. Kurgulayarak yazmadığımı az buçuk biliyorsun zaten. Önceden ne yazacağıma ilişkin kafamda çok net bir tasarım olmuyor. Kalemin gelişine yazıyorum. Dolayısıyla bunu da yazmıştım. Ama bunun anlamı ne? Kapitalizm senden işe yarar bir insan olmanı bekliyor. Kendi kültürümüze ilişkin konuşalım. Kadın ya da erkek, mümkünse 25 yaşlarında. Erkeksen askerliğini bitirmiş. Kadınsan evlenmemiş. Çok güzel giyinen. Patronun cinsel ihtiyaçlarını karşılamaya uygun. Böyle bir insan olmanı bekliyor. Bu böyle, kimse kaçmasın bundan. Kendini hastalandırmaya çalışmak, gerçekten sistem tarafından kabul edilemez bir pozisyonu kendine yeniden yüklenmek demek. Deliysen, ya da hastaysan, durmadan hastalanıyorsan işten kovulursun. Durmadan hastaysan, eve gitmek istiyorsan sistem seni kapının önüne koyar. Örnekleri çok fazladır, ben saymayayım. Bir anlamıyla sistemin elinden kurtulmaya çalışan, zaten öyledir de Gecedegiden, kendi formu içinde öyledir ama orada bir ilişki kurulabilme ihtimali varsa bile onu da ortadan kaldırmaya çalışan ve tasfiye etmeye çalışan bir bilincin müdahalesiydi bu bölüm. Yani benim sonradan fark ettiğim şey bu. Senden belli şeyler bekleniyor. Sana yönelik bir talepler silsilesi var. Beklendiği gibi davranacaksın. Beklenmedik davranışlarda bulunursan insanları tedirgin edersin. Başka bir yerde de söylemiştim, kalkıp masanın üzerine çıkar da dans edersen, bambaşka bir boyuta geçersin. Benim akıl sağlığımdan filan şüphe edilir. Öyle bir şey yapmayacağım da gerçi. Yaparsam ama, bu, şu demek oluyor: ben güvenilirlik, kabul edilebilirlik ölçülerinde olmayan bir adamım. Ne yapacağı belli değil bu adamın. Sağlıklı olman gerekiyor. Buna bir itiraz, reddedişti o. Emir almayı bilmen ve emri anlamlı bir biçimde uygulayabilmen gerekiyor. Benim hiç bilmediğim bir alan. Oldukça zorlandığım, onun için iş yapamadığım, çalışamadığım, para kazanamadığım bir durum. Başkasının istediği bir şeyi onun istediği ihtiyaçlar çerçevesinde… Bu çok sorunlu bir şey. Konuşmak bile çok sorunlu bir şeydir de aslında bana göre. Bu şuna benziyor: ben konuşuyorum ve senin beynini yeniden yapılandırıyorum. Sen konuştuğunda da benim beynimi yeniden yapılandırıyorsun. Çünkü, burada işleyen hücre yapısı açık. Dışarıdan gelen bütün etkenlere açık. Duyarak, görerek, dokunarak ya da kendimize dokundurarak, tat alarak, koklayarak… Tüm bunlar bizim beynimizde. Hatta bir de düşünmek diye bir bela var başımızda. Bütün bunlar bizim beynimizi durmadan hem başkalarına yüklüyor hem de başkalarının beynini bize yüklüyor. Düşünce biçimlerini… Bunların hepsi benim için arızalı, sorunlu şeyler. Konuşmanın kendisi bile… Fikirlerin bir başkasına aktarıldığı noktadan itibaren, yani, benim senin aklında var olmaya başladığım noktadan itibaren, yani okuduğunda… Aslında bunlar çok geniş şeyler de aslında, Gecedegiden’in kendini hastalandırmak filan gibi bir merakı yok. Gecedegiden orada bir tür direniş içinde. Anlatabiliyor muyum?
Ertesi gün okul var diye değil herhalde!Yani. Ama bak, hayat şöyle güzel direniyor: bütün çocuklar okula gitmemek için çok güzel yalan söylüyorlar mesela. Ya da evli kadınlar… Eşi eğitimsiz, sıradan bir adamcağız, kimseyi küçümsemeye, kırmaya çalışmıyorum tabii, kadınına kötü davranıyor. İki üç tane çocuğun içinde bunalmış ve yandaki komşunun genç çocuğuyla ilişki kuruyor. Kadın direniyor bence. Anlatabiliyor muyum? Kendini korumaya çalışıyor. İçinde var olan o sağlıklı düzgün şey ne ise onu korumaya çalışıyor. Yaşam, hem de çok değişik biçimlerde direniyor.
Buradan bakınca işin rengi de değişiyor.Zaten yapmaya çalıştığım şeylerin temelinde bu yatıyor. O yerleşik algıyı kırmak gerekiyor. Çok daha başka biçimlerde düşünmek, belki başka kalıplarla artık hayata müdahale etmek lazım. Ama bunu tek başınıza yapamıyorsunuz. Bunu tek başına yapmaya kalktığında, dışlanırsın sadece. Çok fazla bir anlama tekabül etmez bu. Ama okuyarak, yazarak, paylaşarak, düşünerek, çözümleyerek bütün bu alana resmen müdahale edebilecek bir muhalefet tarzı. Muhalefet etmeye çalışmam, çok politik bir adam olduğumdan değil. Böyle bir politika, böyle bir politiklikten bahsedebilirim ancak. Mesela adam iş başında uyuyor. Çok doğru buluyorum bunu. Ya da bir spiker dayamıyor gülüyor. Burada, kendi içindeki varlık direniyor bence. Başka bir bağlamda da anlatabilirim. İki genç konuşuyorlar. Birisi diğerine tarif soruyor. Merak ettim sordum. Kız, erkek arkadaşından ayrılmış, o da buna büyü tarifi veriyormuş. Bu aslında, müthiş bir şey! Hâlâ büyüye inanan bir takım insanlar var. Bunu ciddiye alıyor ve aralarında paylaşıyorlar. Orada neyi savunuyor? Orada o kızın sevgisini savunuyor. Kendisi de farkında değil. Yoksa bundan ona ne ki? Ve bu kızın da onu can kulağıyla dinlemesi, sevdiği adam için mücadele etmeye çalışması hiç de gündelik hayatımızda gördüğümüz kalıplara benzemiyor aslında. Başka bir şey oluyor orada. Orada işte, süregiden sistematiğin dışına çıkan her şeye çok değer veriyorum, çok sahip çıkıyorum ve hatta onları toplamaya çalışıyorum. Okuduğumda, ettiğimde, yazdığımda, düşündüğümde ve konuştuğumda, bir başkasına bir şey aktarmak istediğimde hep bunları toplamaya, bunların üzerinden hareket etmeye çalışıyorum. Bu bir tür muhalefet etme tarzı. Bunların hepsine sahip çıkmalıyız. Sahip çıkmamalıyız, çoğaltmalıyız hatta. Çıkmak, tutuklamak anlamına da gelmesin. Yani hep beraber daha rahat, daha güzel bir toplumsal ortam kurmanın çarelerine bakmamız lazım. Çok klişe olmuş kelimelerle konuşmak istemiyorum ama daha birbirine yakın, ama daha uzak, sosyal varlıklar olarak daha birbiriyle paylaşan, ama bireysel olarak da daha kendine ait… Amorf, toplumsal varlık olmanın ötesinde, gerçekten kendine benzeyen, nevi şahsına münhasır diyorlar ya, onları üretelim. Batı toplumlarında var. Batı toplumunda böyle çok uç tipler bulabilirsin. Bir tane görmüştüm, gerçekten adam kendisini sürüngen filan zannediyor ve bütün vücudunu dövmelerle, bir sürüngende olabileceği gibi, pullarla kaplatmış. Dilinin ucunu kestirmiş ve çatal bir dile sahip artık. Sürüngen gibi davrandığını, onun gibi hissettiğini, onun gibi yaşayabildiğini iddia eden uç bir varlık. Türkiye’de çıksa çok şaşırtır böyle bir insan. Çünkü bu çok uç. Kendi içinden gelen eylemlerden herhangi birinin sonuna kadar takip edilmesiyle gerçekleşen bir şey. Ama bunun için de bayağı bir yol geçmen gerekiyor. Hayatı denemen gerekiyor. Denemen ve olmaması gerekiyor. Birçok şey yapmış olman gerekiyor. Bizde hiçbir şey yapılmıyor. Çok şikâyetçiyim gerçekten. Aptalca bir televizyon kültürü… Bu, dünyada da böyle filan demeyin. Dünyada böyle değil. Geçen gün bir şey okuyordum, bir değerlendirme yazısı; İngiltere’de kitaplar yirmi bin ile çıkıyormuş ilk baskıya. Bizde iki bin ile çıkıyor. İngiltere’nin nüfusunu bilmiyorum ama bizde 74 milyon insan yaşıyor. Okumayan, düşünmeyen, sadece tüketen, gerçekten bilerek, aptallığın kuyusunda yaşamayı bir zevk haline getirmiş bir toplumsal yapı var ve buna müdahale etmek gerekiyor.
Ve okuyanı da reddeden…Okuyanı reddeden, okuyanı karşısına alan, okuyandan rahatsız olan… Demeye çalıştığım; biz toplumsal yaşamı, verili kültürü kendimize temel kabul etmezsek, işin rengi değişiyor. Algılarımız değişiyor. Ve tabii yazdığımız şey de bununla bağlantılı olarak değişiyor. Gecedegiden, Resul de öyleydi. Yazdığım şiirlerde de çok fazla bu var. Bir tür direniş, itiraz etmek… Yeryüzünün bu formuna, insanoğlu biçimlerinin bu haline… Geçmişte böyleydi, gelecekte de böyle olacak gibi bir tutuculuk içinde de değilim. Hayır, insan değişebiliyor. Değişebiliyoruz. Çok net bir şey bu…
Ömer Türkeş Radikal’deki röportajında, “severek ilişki kurulamayacak denli yabanıl” demiş, Gecedegiden için. Dilinin ağırlığı bir yana, insanın en ilkel yanını yazdığınız ve aslında içerilerde bir yerde hep var olan ama saklanan ikiyüzlülüğünü ya da bastırılmışlığını ortalığa saçtığınız için olabilir mi?Bunu birebir benim kestirebilmem zor. Ama muhtemel ki böyle… Ama bir yandan da Ömer Türkeş, tanıdığım için söylüyorum, bu işleri çok iyi bilen ve çok iyi takip eden bir adam. O aslında okur adına konuşuyor bazı yerlerde. Ben bunu hep sezmişimdir onun tutumunda. Çünkü kendisi editördür ve benim de editörümdür aynı zamanda, kitabın okurda yaratacağı karşılığı da hissediyor. İşin aslı, orada bir gard almış diyelim. Bu, yazınsal değerinin olmadığı anlamına gelmiyor. Benim yazdığım edebiyatı sevdiğini ben biliyorum. Bir yandan okuyucuyu uyarıyor. O, ortada dolanan edebiyat metinlerine çok fazla benzemediğini baştan bilin. Bir aşk hikâyesi, hiç karşı değilim insanların birbirine âşık olmasının hikâyelerinin anlatılmasına karşı değilim, ben yapmıyorum sadece, bir aşk hikâyesi ya da dramatik bir hikâye okumayacaksınız, biraz felsefe bilmeniz, biraz hayatın üzerine ciddi şekilde eleştirel düşünce geliştirmiş olmanız koşuluyla zevk alabileceğiniz bir metin diyor.
“Nesneler yürürkenki varlığı gördü…”* Yine aynı röportajda, “mevcut ilişkilerin tamamen çözülüp dağılması gerekir” demişsiniz!Onu savunuyorum. Deminden beri bahsettiğim şeyin bir anlamda daha açık biçimde, daha formüle edilmiş hali. Mevcut insan olma biçiminin çözülüp dağılması gerektiğinden bahsetmek gerekir öncelikle. Çünkü ilişki kuran süjeler, biziz. Özne demek daha doğru. Dağılabilmesi gerekiyor ki, yeniden yapılabilsin. İnsanlığın geleceğini de çok sağlam görmüyorum. O konuda da kafam çok açık değil doğrusu. Ben insanlığın kendini sürdüremeyebileceğini düşünen birisiyim. Bundan kaçınmanın tek bir yolu olabilir: bu da çok naif kalıyor belki ama kendi doğasıyla barışık, doğayla barışık, yeryüzüyle, uzayla, yaşadığı atmosferle, nefes almayla… Oksijen bağımlısıyız farkındaysanız, oksijen bağımlılığımız olduğu için bir taraftan, bütün bunlar oldukça sorunlu şeyler. GDO diye kısaltma var. Genetiği değiştirilmiş organizma ne demek? Bunu tartın! Kendi genetiğin değiştirilse başka bir şey olursun. Ben başka bir şey olurum. Patates patates değil, mısır mısır değil. Hayvan gördüğünde şaşırıyorsun. Çünkü hayvanları kesilmiş kırmızı et parçası olarak görüyoruz artık. Gerçek bir hayvanın yanına gittiğinde onun kokusu, onun yaşama biçimi, onun dünyayı algılayış biçimi bambaşka bir gerçeklik olarak orada duruyor. Geçmişte bunlarla ilişki içindeydik. Ama sanayi kapitalizmiyle birlikte işler bambaşka bir noktaya gittiği için çığırından çıktı. Yani mevcut ilişkilerin çözülüp dağılması, mevcut öznenin çözülüp dağılması ile ilgili ve mevcut özne çözülüp dağılıp kendini yeniden kurmalı. Çevremizde ördüğümüz bir teknoloji yastığı, bir dil yastığı var. Dil yüzünden nesnelerle ilişki kuramadığımızı düşünüyorum. Masayı masa olarak algılamıyoruz. Masayı, masa olarak algılıyoruz. Hâlbuki bu, ağaçtan yapılmış. Ve harika bir şey. Senin ergonomine uygun ve oturduğunda, dirseğini koyduğunda vs… Yani oturmakla ilgili bir durum. Biz yeryüzüne ihtiyaçlarımız paralelinde şekil verdik ve ikinci bir doğa yarattık. Bir de; dille, düşünceyle de gerçek doğa ile aramıza bir mesafe koyuyoruz. Her şeye bir isim koyuyoruz. Ben diyorum ki, artık kimsenin önceden kestiremediği bir davranışta bulunalım. Kimsenin isim veremeyeceği, ad koyamayacağı bir şey yapalım. Böyle bir şey kalmış mıdır acaba? Hayır. Sen olağanüstü bir şey yaparsan, çok farklı, çok yepyeni beceri isteyen bir şey, hemen bir isim koyacaklardır. O zaman da; senin yaptığın şeyle ilişkin, o dilde üretilen isimle kuracağın ilişki değişir. Yabancılaşmanın biçimlerinden konuşuyoruz aslında ve çözülüp dağılması gereken şey bu.
“Roman yazmak, bir bakıma suyun akarını bulması gibi, hayatın temelde sağcı olması gibi, kolaylıkla ilgili bir durum” demişsiniz. Şiirle ilişkilendirdiğiniz ve şiire “zor” dediğiniz için mi kolaylıkla ilgili? Ve hayatın sağcı olması demek ne demek?Sağcı olması demek; her şeyin kolayını yaparsın ya, o demek. Mesela, ilişkinin kolayını yaşarsın, işin kolayını seçmeye çalışırsın. Niye o ikili koltuğu seçtin? Sağcılık derken; faşizan sağcılık ya da muhafazakârlık anlamında değil. Şu suyu döktüğümde gideceği yeri biliyoruz. O kendi akarını bularak gider. Hayat zaten yokuş yukarı çıkmayı çok fazla sevmez. Bunu nadir durumlarda yapar. Biz hayatın bütün sularını yokuş yukarı çıkarmaya çalışan adamlarız. Onun için böyleyiz. Onun için toplumun dışındayız. Hayatın dışındayız. İşimiz gücümüz yok, paramız yok. Olsun ama çok onurluyuz biz. Çok şövalyeyiz.
Gönlümüz zengin... (!)Gönlümüz zengin (Gülüyor). Roman yazmak da işte böyle… Bir kolaylığı var. Şiirden daha kolay… Kabul etmek lazım, şiir çok zor bir iş. Bir şiir kitabı hazırlıyorum. Bayağı da birikti. Umut ediyorum bastırmayı. O forma gelince biliyoruz nasıl bir şey olduğunu. Yazdığım romanı yarım bıraktım. Tekrardan ele almaya karar vererek. Çok zor olduğunu söyleyebilirim. Çok öyle lafa gelen bir şey de değil şiir. Bayağı zorluyor insanı. Hastalandırıyor. Normal dışı bir şey… Gerçek edebiyat da, kastettiğim anlamıyla edebiyat da herhalde oradan çıkıyor. Orada, gerçekten yepyeni bilgilerle karşılaşabiliyorsunuz. Dilin getirdiği bir yer aslında. Gramerin getirdiği değil ama. Dilin bütün o yüklendiği yan anlamlar, gerçek ya da örtülü anlamlar… Bütün bunların karmaşasından şiir çıkıyor. Şiirin kendi formu var ve karmaşadan çıkıyor şiir. Atom altı fiziği ile uğraşan adamlar parçacıkları hızlandırıyorlar, çarpıştırıyorlar ve yeni parçacıklara ulaşmaya ve maddenin yapısına ilişkin daha derin bilgiler elde etmeye çalışıyorlar. Şiir böyle bir şey. Sözcükleri hızlandırmak, dağıtmak, hatta harf köklerine kadar inmek, bir süre orada kalmak, çalışmak… Ve bunların hepsinin kendine ait, geçmişten gelen bir takım yükleri var. O yüklerden onları arındırmak, başka yükler yüklemek gibi bir sürü şey. Tabii, söylediklerimin hepsini yapabiliyorum anlamına gelmesin bu. Çünkü çok çalışarak olan ve gerçekten sonuçlarından asla emin olamayacağın bir şey. Deniyorum. Elimden geleni yapıyorum. Roman şiire göre tabii ki, daha kolay yazılıyor. Şiir özgürleştiriyor dili, roman daha tutucu. Onu da biraz kırmak istiyorum. Meta-roman derken, artık romanın biraz dışına çıkmaktan bahsediyorum. Saf bilgi mesela… Tabii bu, benim ilgi alanım. Bir adamın kafasından geçen bilgi modülleri olarak böyle bir metin düşünüyorum. Yapmak istiyorum. Başka bir şeyin arayışı içindeyim ama ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Deneyeceğiz. Çalışmaya devam…
“Şair denen insanlar… en olmadık kelimelerden çiftler ve cümle boyutunda kullanımlar buluyorlar ve insanların bazıları bunları okuyordu. Kelimeler oradan oraya koşturmaktan beziyorlar ama ağzı var dili yok olduklarından sesleri çıkmıyordu. Doğrusu kelimeler onları başının içinde taşıyan insan uyuyunca aralarında ettikleri sohbetlerde bu şair milletine nefret kusuyorlardı…” dediği bir bölüm var Gecedegiden’in. “Kelimeler, insanların hayatlarını sürdürmek için kullandığı o ağır işçiler, şair milletine” niye “garez” duyuyorlar?Eğlenceli bir bölüm… Kelime olduğunu düşünsene! Rahatsın. Nasıl bir kalıp içinde kullanılabileceğin o toplumsal bellekte, dolayısıyla senin de bilginin içinde yerleşmiş durumda. Çay-şeker mesela bir çift, sigara-çay bir çift, Hüseyin-Sibel bir çift. Bunu ya da bunun gibi başka bir kelimeyi yanına yapıştırırsan, o kelimenin gerçekten rahatını kaçırmış olursun. Bir de kendini kelime olarak düşün. Herhangi bir kelimesin. Sibel değilsin de herhangi bir kelimesin. “Yaklaş” kelimesi sensin mesela. Hayatta da biz böyleyiz aslında. Dolayısıyla kendini hazır hissettiğin şeyler bellidir. Bambaşka bir şey söylemez insanlar. Sevdiğin insanlar, çevren bellidir. Durup dururken bambaşka bir şeyle karşılaşsan, beklemediğin, tuhaf bir şeyle karşılaştığında nasıl rahatın kaçar, huzursuz olursan, kelimeler için de böyle olduğunu sanıyorum. Ama kelimelerin canlı olduklarını düşünürsek! Ki, ben düşünüyorum.
“Kökünü sokan ağaçların
Kökünü söken kim ki” * “Edebiyatın baş edebileceği şeylerin sınırına geldik belki de…” Bu cümlenizi açar mısınız? Ve buradan hareketle, Türkiye’de edebiyatın eleştirisini yapar mısınız?Kendi edebiyatım açısından söylemiştim bunu. Baş edebileceğimiz sorunların sınırına geldik. Gerçekten artık yeni bir algı biçimi, yeni bir formasyon, hatta yeni bedensel formlar… Bunlar bayağı bayağı yapılabilir şeyler. Mesela yeni bir duyum katılsa hayatımıza. Beş tane duyumuz var. Altıncı bir duyumuz katılsa. Beynimiz değişir, yeryüzü değişir, yeryüzüyle kurduğumuz ilişki değişir. Bir taraftan gerillacılık yapıyorum. Bir adım öteye çıkarmaya çalışıyorum. Bir taraftan da şunun farkındayım: biz sosyo-kültürel varlıklarız. Belli bir toplumsal ortam ve dil ortamı içinde ancak var olabiliriz. Edebiyat da bu alanın içinde var olur. Ötesini de zorlamak gerekir mi? Bence gerekir de, bunun araç gereçlerini bilmiyorum gerçekten. Bunun hangi yöntemlerle kotarılacak bir iş olduğunu kestiremiyorum. Ben bir yetmezlik duygusuyla, edebiyatın da kendimin de, yeryüzünün de, hiçbir şeyin hiçbir şeye yetmediğini bilerek, biraz da çaresiz kalmış biri olarak edebiyatın baş edebileceği şeylerin sınırına geldim. Orada hissettiğim, beni rahatsız eden, tedirgin eden bir dünya şey var. Tabii mümkün mü tüm bu söylediklerim? Pek mümkün olmayabilir. Biz zannettiğimizden daha zavallı varlıklar olabiliriz. Yani, kendi cinsel doğasına, bedensel doğasına, sosyal çevresine çok fazla gömülmüş, bunun dışında varoluşunu sürdüremeyecek varlıklar olabiliriz. Eğer böyleyse, edebiyatın baş edebileceği şeylerin sınırına geldiysek, o, varoluşun da sınırıdır. Onun ötesinde de bir şey yoktur. Ama dünya ilgimi şöyle çekiyor: ben maddeciyim. Materyalistim. Madde demek de yanlış da aslında… Madde donmuş enerjidir. Enerji yoğunlaşmalarıyız. Öyle söylemek lazım… Hadi maddeyi kabul ettik diyelim. Enerji kısmında, atom altı fiziğinden bahsedecek halimiz yok şu anda. Bu benim teorik kapsamımı aşıyor. Senin madde olduğundan ben eminim. Kendinden bağımsız bir ruh olmadığından, bir ruhunun olmadığından ya da seni Tanrı’nın yaratmadığından… Maddi bir form olduğunu biliyorum. Ama üstün bir maddi form olduğunu da biliyorum. Kendimin de öyle… Bizler maddeyiz bir taraftan. Senin madde olduğunu kabul ediyorum. Ama sen örgütlenmiş üst düzey bir varlıksın. Kendi bağımsız bilincin var ve düşünebiliyorsun. Bana bakabiliyorsun gözlerinle ve beni görebiliyorsun. Ben de maddeyim. Ben de örgütlenmiş bir formum. Üst düzey bir formuz. Çok karmaşık değil ama üst düzey derken. Birbirimizi görüyoruz. Madde maddeyi görüyor diye sadeleştirmek lazım. Madde kendini görme ihtiyacında mıdır? Madde kendisini görmek için göz mü üretmiş? Ya da bunun felsefi karşılığı nedir diye sormak lazım? Bunun anlamı nedir? Felsefi karşılık biraz karmaşık oluyor. Bunun anlamı nedir? Ya da madde kendisini görmek için böylesi üst düzey formlar üretebilecek bir kapasiteye sahipse, neden kendi kendini algılamak, kendinin bilincine varmak için başka yöntemler değil de, bizim gibi aptal varlıklar üretmiş olsun? Ya da biz, tamamen tesadüfüz. Primatlardan ayrılmış bir kol giderek dünyaya müdahale etmeye başladı. Bir bilinç geliştirdi ve yeryüzünü kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmeye başladı. Yani kültürümüzü böyle yarattık. Ama tabii bu temelde bizim madde olmamız gerçeğini ve maddenin bizim üstümüzden kendisini gördüğü gerçeğini değiştirmiyor. Böyle bile olsa, bunun oldukça sorunlu bir konu olduğunu düşünüyorum ve hala çözebilmiş değilim.
Gerçekten Türk Edebiyatı’na ilişkin yetkinlikle konuşabileceğimi düşünmüyorum. O çok geniş bir okuma alanı. Çünkü dört yüz tane roman yayımlanıyor memlekette ve ben bunun otuzunu bile okumuyorum. On on beş filan. O da, çoğunu arkadaşlarım tavsiye ediyor, o şekilde okuyorum. Ama okuduğum kadarından hiç memnun olmadığımı söyleyebilirim. Ekonomi politiği bilmiyorlarmış gibi geliyor. Toplumların içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullardan bahsetmiyorum tabii. Romanın kendi ekonomi politiği var. Türk dizilerinde olabiliyor bu. Bir kahraman, kendinden hiç beklenmeyen bir şekilde davranabiliyor. Çok munis bir insandan bahsediyorsun ve bu insan bir anda silahlar kuşanıp, bir çeteye dönüşebiliyor. Karakter sürekliliği denen bir şey yok. Romancının dersini daha çok çalışmış olması lazım. Öyle atlamalı zıplamalı şeylerle karşılaşıyorum ki, dumur oluyorum gerçekten. Bu birincisi. Çok geniş bir alanda okuma yapmıyorum ve yaptığım kadarıyla da pek memnun değilim. İkincisi, ben bu edebiyat denen şeyden rahatsız oluyorum. Genel olarak edebi olanla bir sorunum var. Roman bir form ve bunun çok kötü bir biçimde kullanıldığını düşünüyorum. Romanın tabii ne işe yaradığıyla ilgili bir şey bu. Bu edebi formu kullanan eğlence amaçlı yaratılan bir kitap türü var. Bunun kapitalizmle ilgisi var. Çok satmakla ilgili bir durum. Eğlence amaçlı derken, bunun içine cinayet romanı da giriyor. Cinayet romanı okuyan bir türüz yani, düşün! İnsanlar nasıl katledilmiş, onu, eğlence amaçlı okuyan bir türüz. Bir taraftan da kadın erkek ilişkileri, aşk ilişkileri milyon yıllık bir sorun. Bir türlü çözülemedi gitti. Ama bir taraftan da kendini ciddiye alan, hayata müdahale etmeye çalışan, belki değiştirme iddiası olmasa bile, en azından hayatla ciddi bir ilişki kuramıyor ve ona felsefi bir boyut getirmeye çalışıyor. Günümüzdeki insanı anlamaya çalışan, çözümlemeye çalışan, hatta belki yavaş yavaş müdahale etmeye çalışan, değiştirmeye çalışan, tek tük de olsa, yazarlar var. Bence gerçek edebiyatı onlar yapıyor ve zaten onlar edebiyat formu içinde kalmadan bu işi yapıyorlar. İşte üslup getirmek dediğimiz şey hep kendi şahsiyetinle, sağlam bilgiye dayanarak yazı yazıyorsan, kendine ait bir üslup kendiliğinden gelişiyor. Çünkü zaten verili üsluplarla, verili edebiyat biçimleriyle bu tip sorunlar yüklenemezsin. Ama Ahmet Büke tarzı “Ekmek ve Zeytin” olayını da pek sevmiyorum ben. Bunun karşılığı olmadığından ya da insanların hayatlarını böyle yaşayamayacağından bahsetmiyorum. Benim açımdan edebiyat teorik bir sorun. Romanın kendisi de teorik bir sorun zaten. Meta-roman yazmak istiyorum. Romanın dışına çıkmış bir roman. Roman ötesi bir roman…
Benim yeryüzünü ve yeryüzünde insan formunda yaşayan varlığı anlamakla ilgili bir sorunum var ve buna ilişkin bir edebiyat olabilir yaptığımız şey. Ancak bu şekilde ben, kelimenin kötü anlamıyla değil de iyi anlamıyla, edebiyat yapılabileceğini düşünürüm. Umutluyum.
Yapılan şeylerin toplamının genel bir karamsarlık yarattığını söyleyebilirim bende. Gerçekten okuyacak şey bulmakta zorlanıyorum. Ukalalık olsun diye ya da insanları küçümsemek için söylemiyorum. Barış Bıçakçı’nın kitabını tavsiye etti arkadaşlarım. Aldım. Belki de türü içinde okumak lazım. Bütün o insan olma biçimleri, o hikâyeler… Hikâye anlatmanın kendisi bir bilgi aktarmıyor. Yeni, bilmediğimiz bir alana da sokulmuyor. Yeni değişik bir yere de ayak basmıyor. Karanlıkta kalmış bir şeye de eğilmiyor. Ben aptalca bir şey peşinde değilim. Bir sır, bir esrar peşinde değilim. Ama yeryüzünde bulunduğumuz halden rahatsız değilsen, senin yazdığın edebiyatı sevmiyorum. Murat Uyurkulak yeni ve uç bir örnek. 90’ların en büyük yazarı filan deniyor ama bir kitabını bile bitiremedim. Kendisine dostluk hissediyorum, olumsuz bir duygum yok gerçekten ama yazını berbat. Bu kadar dağınık, bu kadar üslupsuz… Üslupsuz da yazılabilir belki ama onda da bir form olur. Yazmasından değil, 90’ların en büyük yazarı diye sunulmasından rahatsızım. Böyle bir şey yok. Bu koskoca bir yalan. Hepimiz birbirimize yalan söylüyoruz. Demeye çalıştığım şey; kişisel kırgınlıklarla, hınçlarla ilgili değil. Hiç karşı karşıya gelmedim. Eminim karşılaşsak çok iyi arkadaş oluruz ama fikrim değişmez, kötü yazıyor bence. İyi ve saygın bir yayınevinden çıkıyor. Çok ciddi bir okuyucu kitlesi de var ama hiçbir şey yazmıyor. Kusura bakmayın, yazmıyor. İyi edebiyatın arayışı içindeyim. Keşke yazsa. Bu sistem, yani mevcut edebiyatın üretim ve tüketim süreçleri, bu tür yazarları çok kolay bir biçimde öne çıkarabiliyor. Elif Şafak. Onun kadar çok klişeyi ben bir kitapta daha önce hiç görmedim. On beş sayfadan fazla okuyamıyorum. Onun çok büyük yazar olduğunu beni öldürseniz de söyleyemem. Kötü yazıyor kadın. İstediği kadar satsın. Stadyumlarda dinlensin. Yine de iddia ediyorum ki, o kadın çok kötü bir yazar. Aksi söylenemez. Hikâye anlatıyor. Kelimenin gerçek anlamıyla hikâye anlatıyorlar. Hayata müdahale etmiyorsun, hikâye anlatıyorsun.
Ama tabii ben bir otorite değilim. Bunları Ömer Türkeş’in, Semih Gümüş’ün ya da Necmiye Alpay’ın söylemesi başka bir şey olur. Çünkü onların formu eleştiri formu. Her şeyi okuyorlar. Ben kendi kişisel okuma alanım içinde ve kendi çok öznel kişisel sürecimin üstüne bunları söylüyorum. Kendim de yazı yazan bir adam olarak bunları söylüyorum. Eğer bu formun dışında konuşacaksak, eğer ben eleştiri yapıyor olsam ya da politik bir takım angajmanlarım olsa edebiyat çevrelerinde, bu şekilde konuşmam. Benim öyle angajmanlarım yok. Olmaz da zaten. Ben olduğu gibi söylerim.
Ayhan Geçkin yazıyor. Seviyorum. Onu tanımadan önce de dört beş yıl boyunca Ayhan Geçkin’in ne kadar değerli bir yazar olduğunu paylaştım. Sema Kaygusuz bence iyi bir yazar. İnsanlar hakkında olumlu olumsuz bir değerlendirmede bulunacak kadar insanları, o çevreleri tanıdığımı düşünme. Aslı Erdoğan çok iyi bir yazar. Latife Tekin iyi yazılar yazan ama kötü bir yazar. Sadece dışlanmışları vs. yazdın diye iyi yazar olmazsın. Ya da iyi yazdığın için de iyi yazmazsın. O başka tür bir büyüklük. Onun ne olduğunu bilmiyorum. Bir formülü de yok bende. Bilsem ben de büyük yazar olurdum ama öyle değil. Bizim bir Orhan Pamuk sorunumuz var. Nobel’li. Kötü yazar olduğunu iddia etmeyeceğim ama büyük yazar mı? Bence değil. Büyük yazar bence Cotzee. Büyük yazar başka soy bir varlık. Yeryüzünün her şeyine, insan olma biçimine, her şeyine müdahale eden, onu eleştiren…
Hayata müdahale etmek zorunda mı peki?Zorunda değil. Ben de sevmek zorunda değilim. Ben kendi kişisel durumumu anlatıyorum. Anlatabiliyor muyum? Bu biraz da kişisel geçmişimle, yaşadığımız şeylerle de ilgili. Ben ölümler görmüşüm. Tabii ki bu hikâyeciler beni kesmez. İnsanlar yanımda boğulmuş, öldürülmüş, yakılmış. Bir dünya işkenceler, asker operasyonları, polis mermileri… Bir sürü şey görmüşsün ve sen artık oturup, “Ekmek ve Zeytin”den zevk alamıyorsun. Olmaz. Bu beni kesmez. Ben diyorum ki, yeryüzünün yüzüne karşı, bir şarjör mermi boşaltmıyorsa bir yazar, hiçbir iş yapmıyor demektir. Bunu yapmıyorsa yapmasın zaten. Bana göre ama. Bu insanlara müdahale etmeye gücüm de yok, yetkim de yok. Kişisel duygum budur. Ne yalan söyleyeyim! Beni öldürsen de fikrim değişmez. Ben bunları söylerim. Ben sevdiklerimi severim, sevmediklerimi de söylerim.
Teşekkür etmekten başka ne diyebilirim? “Ve nihayet sessizlik. Sesle ilgili olmayan, bir doluluk varlığı sarmalayan, örten ve dolduran bir doku olarak.” *Şiir kitabı çalışmasından.
okuryazar.tv / Sibel Doğan