"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Gel, Geceyi Birlikte Aranalım

“Ey, öyle bir yurt olsun ki benim yurdum
Boğmasınlar vatan-millet çelenklerine erkinliği,
Ama hakkı hak, özü özgür olsun,
Aldığımız her solukta duyalım eşitliği.”


Olaylar soğuk bir şubat günü başlar. Birçok kölesi olan Shelby isimli ‘patron’, yaşadığı maddi sıkıntılardan dolayı kölelerinden bazılarını satmaya karar verir. Satmak istediği kölelerden biri, kendisine uzun yıllar hizmet etmiş olan, dürüst, uzun boylu, yakışıklı bir zencidir. Herkesin, ‘Tom Amca’ diye hitap ettiği bu köle, bir kulübede yaşamaktadır. (Anladınız, evet. Anlattığım; Harriet Beecher Stowe’ın yazdığı, ‘kölelik’ ve ‘Amerika’ denince akla ilk gelen, ‘Tom Amcanın Kulübesi’ adlı roman...)

Köle tüccarı; Patron Shelby’nin sıkıntılı durumundan faydalanmak ister ve verdiği paraya karşılık biri çocuk olmak üzere, iki köle daha talep eder. O sırada içeriye Harry adında melez bir çocuk girer. Hemen ardından da annesi... Köle tüccarı anneyi çok beğenir ve çocukla birlikte satın almak ister.

Shelby, karısının, köle kadını çok sevdiğini ve satamayacağını söyler. Köle tüccarı, çocuğu almak konusunda ısrarcı davranır. Yapılan pazarlık sırasında, köle tüccarı ile Patron Shelby arasındaki konuşmaları duyan çocuğun annesi, çocuğu da yanına alarak evden kaçar.

Aynı evin kölelerinden biri olan ve tüm ev halkının sevgisini kazandığı için ‘Amca’, ‘Tom Amca’ denilen Tom Amca ise ‘özgürlüğü için gerekli olan para bulunana kadar’ vaadiyle, sessiz sedasız karısı ve çocuğundan ayrılarak, kulübesini terk etmek zorunda kalır. Köle tüccarı onu yeni sahibine kavuşturacaktır! Yolculuk sırasında nehri geçerken zengin bir ailenin çocuğu olan Eva ve Tom Amca arasında bir yakınlık kurulur. Eva babasını, Tom Amcayı satın alması konusunda ikna eder. Eva’nın babası merhametli bir insandır ve Tom’u köle tüccarı Harley’den satın alır. Tom Amca yeni sahibinin evinde arabacılık yapacaktır. Tom Amcanın rahatı yerindedir ama ailesinden ayrı yaşamak onu mutsuz etmektedir.

Tom Amca, yeni patronu Eva’nın babasından, azad edilme sözü alır ama azad edilmesine çok kısa bir süre kala Eva’nın babası ölür. Eva’nın annesi, kocasının Tom’u azad etme sözünü bilmesine ve bu, kendisine hatırlatılmasına rağmen Tom’u vicdansız bir adama satar. Yeni patron çok acımasız ve kötü biridir. Kölelerine işkence etmekte hiçbir mahzur görmemektedir. Yeni sahip, Tom’a, “bundan sonra Tanrı’n benim” demektedir. Tom Amca buna rağmen dürüst ve itaatkar davranışlarından vazgeçmez. Sahiplerinden birinin onu bir gün azad edeceği ümidini sürekli barındırmasına rağmen yapılan işkencelere daha fazla dayanamayarak ölür. Azad edilme rüyasının ardındaki tek neden; ayrılmak zorunda bırakıldığı ailesine kavuşmaktır.

Özgürlükten anladıkları sadece, ayrı düşürüldükleri ailelerine ve satıldıkları ana kadar görüp bildikleri tek yer olan ilk sahiplerinin bulunduğu eve dönmek olan köleler, niçin özgürleşmeleri gerektiğini işkence dolu yıllar ve nesiller boyunca bil(e)mediler. Özgürlükten, –dolayısıyla ölümden- ödleri koptu. Özgürlük, efendilerinin onları serbest bırakmasından ibaretti. Özgürleşemezler, özgürleştirilebilirlerdi.
 
‘Siyah insanı beyaz kağıda’ yazan şairin dizeleri yakışır kadına

Amerikalı kadın yazarın 1852’de yazdığı kölelik karşıtı bu roman, Amerikan İç Savaşı sırasında Güney Eyaletleri’nde yasaklanmıştı. (Eşitlikle ilgili aşıladığı fikirlerden dolayı kitap Çar I. Nikolay döneminde de Rusya’da yasaklandı.) Ama bu yasaklama, Amerikan İç Savaşı’nın çıkmasına engel değildi (Savaşa sebep olmadığı gibi). ‘Zencilerin’ (sonradan geri alınmış olsa da) özgürlük adına bir takım kazanımlarıyla (ve dahasıyla) sonuçlanan savaş, artık hiçbir şeyin eskisi gibi ol(a)mayacağının başlangıcıdır!

Beyaz karşıtı, özgürlük mücadelecisi Müslüman bir siyahi olan Malcolm X’in; “Tam dört yüz yıl Amerikalı siyahlar olarak şiddete maruz kaldık, sadık millet olarak yaşadık, tarla kölesi ve ev kölesi olarak... Tarla kölesi tarlalarda yaşadı, çalıştı; efendisinin verdiği kadar yedi, izin verdiği kadar dinlendi... Ev kölesi ise, efendisinin artıklarını yedi ve eski elbiselerini giydi. Evleri yandığında yangına ilk koşan oydu. Efendisi hasta olduğunda ‘patron hasta mıyız?’ dedi...” diyerek ifade ettiği kölelik durumundan çıkan tanımlar bugün hâlâ tartışılmakta. Özellikle de kadın bağlamında...

Kadının etrafında şekillenen “ev kölesi” tartışmalarını bir kenara bırakıp, konuyu biraz daha genel bir açıdan bağlayacağım. Yine Malcolm X’in; “Denizlerin dibini size gösterebilmek elimde olsaydı keşke. Kara kara bedenleri, kıpkızıl kanları, tekmelerle, çomaklarla paramparça edilmiş kemikleri! Hasta düştüklerinde kollarından tutulup denize fırlatılan o hamile siyah kadınlar! Kolayca yaşayıp gitmek için en iyi yolun, önlerindeki köle gemisinin ardını bırakmamak olduğunu anlamış köpekbalıklarına yem olsun diye denizin göbeğine atılıveren o zavallı kadınlar!” dediği kadınlar, tarih sahnesindeki acılardan paylarını burada da, bu şekilde ve bu yazının sayfalarına sığmayacak kadar, aldılar.

Halbuki; “Hayallerinize sıkıca tutunun çünkü hayaller öldüğünde hayat kanadı kırık bir kuş gibi artık uçamaz. Hayatta, gerçekten istediğiniz takdirde, gitmek istediğiniz yer nerede olursa olsun oraya gitmenin bir yolu olduğunu öğrendim” diyen, kendini, ‘Ben Amerika’nın kırık kalbiyim’ diye ifade eden, ‘siyah insanı beyaz kağıda’ naif bir şekilde yazan siyahi yazar, ‘Karaların’ sesini yükselten Blues şairi Langston Hughes’un dizeleri yakışır kadına...

"Gel,
Geceyi birlikte aranalım,
Şarkılar söyleyerek.
 
Seni seviyorum.”