Atina Devlet Tiyatrosu bile bir göçmen sığınağına dönüşmüştü, çocuklar kostümleri kıyafet, anneler dekorları eşya yapıyordu...
"Bu adaletsiz dünyaya/Bu yaşadığımız dünyaya/Sormadı kimse bize/Acaba gelmek ister miyiz diye?/Unutuyorum ve mutluyum/Bir şarkı söylüyorum/Şarkı boğuluyor/Göğsümün içinde, ağlıyorum./Bana hayatımı annem verdi/Azrail onu her gün buduyor/Aşk mutluluk getirir önce/Sonra da bize işkence eder./İnsan mutlu olduğunda/Çılgınca eğlenmek ister/Ama başa bela gelince/Akıl da onunla birlikte gelir"
Yıl 1922’dir... Halkların Mübadelesi Sözleşmesi tarihe özlemin adını kanlı harflerle yazar. Ayrılıklar yaradır artık. Aşklar yollara düşer. Yollara düşer hayatlar. Terk edilen toprakların nağmelerinde dillere düşer sevdalar. Yaşanacak tüm acıların habercisi sözleşmeye göre, "Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklularla Yunan topraklarına yerleşmiş, Müslüman dininden Yunan uyrukluların, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek oraya yerleşemeyeceklerdir."
Rebetis kural dışı, asidir.
Türkiye’den 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan’dan da 600 bin Türk sökülüp atılır doğup büyüdükleri, umutlarını yeşerttikleri, fiyakalı aşklarına göz süzerek yürüdükleri, sevdalandıkları, evlendikleri, ölülerini gömdükleri, her santimini tırnak tırnak kazdıkları topraklardan. Dostlarını, komşularını ve doğdukları yerleri bir daha görememenin acısını ölünceye kadar taşıyacakları bir yolculuğa çıkarlar. Göçe zorlananlar bahçelerinde açan yaseminlerin kokusunu anılarda bırakarak düşerler bilinmez bir yola. Ve sefaletle tanışırlar o yolda.
"Küçük bir kız çocuğu hüngür hüngür ağlayan babasını teselli etmeye çalışırken çocuk masumiyetiyle, ’Babacığım neden ağlıyorsun ki?’ diye sorar. En zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak birkaç parça eşyadan başka arabaya bir şey yüklemeye fırsat bulamayan ve yaklaşmakta olan ’düşman’ yüzünden ailesini derhal oralardan uzaklaştırmak zorunda kalan baba, bir yandan gözyaşlarını silmeye çalışır bir yandan da küçük kızını teselli eder, ’Kızım’ der, ’evimizi yurdumuzu bıraktık gidiyoruz. Biz gittikten sonra düşman gelir çiftliği talan eder. Allah bilir bir daha görür müyüz göremez miyiz.’ Küçük kız küçük ellerini açar ve elindeki anahtarları göstererek, ’babacığım sen merak etme evden çıkarken kapıların hepsini kilitledim anahtarları da yanıma aldım. Düşman içeri giremez, onlar gittikten sonra tekrar evimize çiftliğimize döneriz’ der. (Bu hikâye 1912 yılında şimdi Yunanistan sınırları içinde bulunan Yenicevardar da yaşanır. Balkan Savaşları’nda Osmanlı ordusu geri çekilirken oradaki Müslüman nüfus Anadolu’ya göç etmek zorunda kalır. Hafız Dede ve küçük kızı Kerime çiftliklerini dünya gözüyle bir daha asla göremezler.)
Yıl 1922’dir. Milyonlar için yaşamlarının dönüm noktası. Yunanistan’da ’Küçük Asya Felaketi’ diye anılan bu felaketin ardından kitleler halinde gelen zorunlu göçerler, ülkenin toplumsal ve kültürel yapısında önemli değişikliklere neden olurlar. Yaşadığı çevreden ayrılmak zorunda kalan Rumlar, işsizlik, açlık ve sefaletle yüz yüzedirler artık ve rebetlerle aynı toplumsal yaşamı paylaşırlar. Göçerlerin büyük bir kısmı Rebetlere katılır. Sığınmacı işadamları da rebet müziğinin çalındığı kendi ’Kafe Aman’larını açarlar. Böylece, o zamana kadar Yunanistan’da hapishane ve tekkelerin sınırları içinde kalan rebet müziği daha geniş toplumsal çevrelerin duygularını dile getirmeye başlar.
Rebetisler tarafından çalıp söylenen rebetiko ayrı bir yaşamı, davranış biçimini, bakışı, duruşu karakterize eder. Rebetis kural dışıdır, asidir. Rebetis yoksuldur ve sisteme meydan okur. Eylemini ise müziğiyle, enstrümanıyla yapar.
Hayde bre Panayis! Panayis’in, İzmir’i bağımsızlığına kavuşturmak için hamile bıraktığı, İzmir’de ’minör’leriyle meşhur Adriana, bir kız çocuğu getirir dünyaya. Panayis, "Gel kayık, al beni/Pire’ye çıkar beni" derken ve bebek daha üç yaşındayken, "Gel kayık, al beni/İzmir’e çıkar beni" demeye başlar. "Panayis ve Adriana bebeği de yanlarına alarak o korkunç deniz yolculuğuna çıkarlar. İzmirli kadınlar ve nineler, bitmez tükenmez saatler boyunca, ağlamaklı bir ses tonuyla eski günlerden bahsetseler de, yabancılar ya da yaşlı Yunanlar yangının tanıklığını yapsalar da, yetmişlik bir dede Tuntas’ın bestelediği ve Stellakis’in yarım yamalak söylediği ’İzmir’in Yangınında’ şarkısını yazmış olsa da, hiç kimse İzmir’i bu şekilde hatırlamak istemez. Herkes onu en güzel hâliyle, aşklarıyla, minörleriyle hatırlamak istiyor, 19. yüzyılın ’Aslan Askerleri’ adını bile anmak istemiyordu. O zamanlar, o dizenin 1922’de bu kadar korkunç bir anlam kazanacağını kim bilebilirdi ki? Pire bir düşten, önce bir kurtuluş sahiline, sonra da mahşer yerine dönüşmüştü. Kurtulmayı başarabilmiş herkesi yüklenen gemiler, limandan limana dolaşacaklardı. Dünyanın bütün limanları ayrı bir topraktı sanki. Bu gezegenin tam anlamıyla bağımsız ayrı bir devleti...
Sesiyle ağlar, sesiyle sever
Açların, zulüm görmüşlerin devleti... Burjuvalara göre yasadışı olanların, kenardakiler içinse dürüst olanların devleti... Duvarlar olmaksızın hapsedilenlerin ve mavi denizdeki özgürlerin devleti... Kaderin yüzlerine gülmediği, bataklıklarda, çadırlarda ve kamplarda rahat yüzü görmemiş, Yunan devletinin hoşnutsuzlukla kabul ettiği, göçmen sığınağına dönüşmüş Atina Devlet Tiyatrosu’nda bir loca bile bulmaya yetişememiş, İzmir’in zavallı göçmenleri... Çocukların ’On İkinci Gece’nin ve ’Sevgili Küçük Çoban’ oyununun kostümlerini günlük birer elbise gibi giymeleri, rejisörleri ve izleyicileri olmaksızın bir tiyatro sahnesinde kendi oyunlarını, kendi trajedilerini oynamaları; dekor için boyanmış muşambaların battaniye niyetine kesilmesi, çıkınlarıyla, bohçalarıyla tüm bir dünyanın küçük bir tiyatro salonunun içerisinde uyuyup uyanması, dışkılaması, sevişmesi, tek başına savaşın mantıküstü fenomeni" iken, Panayis de, Adriana da, bebek de, o tiyatrodaki fenomenden Pire’nin göçmen barakalarından birine, rebetislerin arasına taşınırlar. Ve başlar Marika’nın hikâyesi...
İki Gözüm Marika’m, yoksulluğun ve göçmenliğin tüm acılarını yaşar, diğer tüm kadınlar gibi. Daha masal çağında, belki de annesiyle aynı kaderi paylaşacak bir kız doğurur. Aşık olur, terk edilir. Aşık olur aldatılır. O da acılarını rebetikoyla haykırır, tıpkı diğerleri gibi. Annesi Adriana, babası Panayis gibi. Sesiyle ağlar, sesiyle sever, sesiyle yaşar Marika.
"Ne mühteşem! Ne mühteşem! Evet, Marika, Marika! Duyulduktan sonra unutulması zor bi isim! İzmirli Marika! Ne mühteşem! İzmirli Rum Marika ve güzel İzmir için bi alkış alabilir miyim lütfan?"
Belki de buraya kadar söylediklerimi esprili ve bir o kadar da büyük olan bir İtalyan atasözüyle bitirmek en iyisi: Se non e vero, e ben trovato (Gerçek olmasa bile iyi uydurulmuş).
Radikal Kitap / Sibel Doğan