"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Hayatın Küçük Kırıntıları

Güzel bir yağmur eşliğinde Arif Aşçı’nın Galata Kulesi’nin hemen dibindeki atölyesine varıyoruz. İçeri girer girmez ikram edilen sıcak kahvenin dumanı tüterken, hakkında duyduklarım ve öğrendiklerimi neşeyle anlatıyorum:

“Sizinle ilgili araştırma yaparken; ‘Ne zaman birlikte oturulup sohbet edilse insanın kendisini, hayatı ve de gelecek günleri derin derin sorgulamasına sebebiyet veren, tam moraller sıfırlanmışken çeşitli projelere ve de güzel günlere dair gazı da akabinde vermek suretiyle insanı tekrar hayata döndüren; yemekleri güzel, fotoğrafları güzel fotoğrafçı’ cümleleriyle karşılaştım. Tavırları, konuşması, üstü başı müthiş rahat, misafirperver, sempatik bir insan deniyor sizin için…” diyorum, kahkaha atıyor. Ve o kahkahaların sıcaklığıyla sohbetimize başlıyoruz…

Nasılsınız? ”İyiyim” yanıtını vereceğiniz bir “nasılsın” sorusu değil bu. “Kimsiniz” dersem toplumsal gerçekçi bir soru olacak… O yüzden, nasılsınız gerçekten?

“Biraz daha iyiyim” diyor ve gülüyor. Ardından devam ediyor.

Uzun süre çok zor günler geçti. 1986’dan itibaren sadece fotoğrafla yaşıyorum. Yani hayatımın bütününü fotoğraf kaplıyor. Az buz zaman değil, 22 sene mi ediyor? Şimdi bir parça bazı koşullar değişiyor galiba ülkede ve fotoğraf adına iyi birkaç işaret almaya başladım. Çünkü en büyük sıkıntımız yeteri kadar fotoğraf galerisi olmamasıydı. Fotoğraf çok canlı bir alan... Buna şu an kim elini atsa bire on kazanacak. Hiç kimse elini atmıyor. Herkes Picasso getiriyor 7 milyon dolara, 3-4 milyon dolara da tanıtımını yapıp. Biri, bunun yüzde biri masrafla fotoğrafa eğilim duysa, eskiden Pamukbank Fotoğraf Galerisi’nde olduğu gibi inanılmaz bir şey yapacak. Ben güzel sanatlardan geldiğim için iyi kötü PR ne demek biliyorum. Benim kuşağımın tamamı neredeyse şimdi reklam ajansı sahibi. Yani 80’li yılların kuşağı… O zaman elimizin altında Pamukbank Fotoğraf Galerisi vardı. Sonra o kapandı. Birkaç galeri var ama çok amatörler. Hâlâ çok amatörler. Mesela resim koleksiyonu yapılıyor, resim alınıyor, çok güzel resim sergisi açabilen yerler var. Resim müzeleri var. Hala yenileri geliyor filan. Fotoğraf fena halde üvey evlattı bu ülkede. Hiç ciddiye alınmayan bir şeydi, bir alandı. Bunu galiba ufak ufak kırmaya başladık, küçük işaretler geliyor sadece. Ne bileyim, çok ünlü birkaç fotoğrafçının arka arkaya sergilerini gördük. Andreas Gursky’i gördük, Henri Cartier-Bresson’u gördük, Josef Koudelka’yı gördük, Andre Kertzhe geldi. Bunlar küçük küçük işaretler. Herhalde birkaç sene daha bu küçük işaretleri görmeseydik kapıyı çarpıp çıkıp gidecektik. Çünkü mesleği yapabilmenin koşulu bunlar biraz. O koşullar yoktu neredeyse. Hâlâ çok zor... Hâlâ.

Ama yine de sayı çok az değil mi? Kıyaslamak ne kadar doğru bilmiyorum, ama resme kıyasla az değil mi?

Az, çok az. Gerçekten çok az.

Bu bahsettiğiniz sergiler bile çok uzun aralıklarla açılan sergiler…

Evet, iki yılda bir. O iki müzeyi saymazsak, İstanbul Modern’i, özel galeri iki tane, üç tane ve çok düzeysiz sergilerle dolu hepsi. Bir sergi için iki defa üst üste Kore’ye gittim. İki ay kaldım. İkinci gidişimde de bir fotoğraf sergisi açtım. 32 tane fotoğraf sergisi vardı. Benim sergim açıldığı zaman, aynı anda süren 32 sergi. Bizde üç ya da dört sergi sürer aynı anda. Fotoğraf sergisi. Binlerce fotoğraf sergisi vardı zaten. Seul İstanbul’dan daha küçük bir şehir… Zaten 20-30 milyonluk bir ülkenin başkenti. Biz burada 75-80 milyonluk bir ülkenin başkentinden, yarısı Avrupa’da olan… Bilmiyorum bu çark neden böyle dönüyor? Bundan hep şikâyetçiydik. Hâlâ öyleyiz, ama küçük işaretler alıyoruz galiba.
 
Hep ilgisizlikten şikâyet ediyoruz, ama çuvaldızı biraz da kendimize batırmamız gerekmiyor mu? Hep dışarıdakine atıyoruz ya suçu, acaba fotoğrafın içindekiler de kabahatli olamaz mı?

Olmaz olur mu? Tabii. Bir projeyi dört başı mamur bitiren çok az fotoğrafçı var. Çiçek Bar’ı bilirsiniz değil mi? Taksim’deki sinema derneğini... Çiçek Bar’da kafasında bir sinema projesi olan belki 200 yönetmen vardır. Şu an gitseniz 20 tanesi sarhoş olmuştur bile. Gece yarısı 23.00’e doğru gidin 200’ü oradadır. Bir filmi yapabilmek, o filmi yapmak için parayı da bulmak, sponsoru da bulmak, prodüktörü de bulmak, o film için uygun senaristi de bulmak, ya da o senaryoyu yazmak, onun için uygun casting’i de yapmak, post-production’u da yapabilmek ve bir de bunun arkasını doldurabilmek, iyi kötü masrafını çıkaracak kadar da izleyiciye ulaştırabilmek… Yani tüm bunları yapınca ancak sinemacı olunuyor. “Şöyle bir film yapsam ne güzel olur” demekle sinemacı olunmuyor. Yani bunu diyen birkaç milyon insan var dünyada ama belki bin tane iyi yönetmen var.

Fotoğrafta da buna benzeyen bir şey var. Edebiyat gibi değil. Bir edebiyat kitabının baskısı çok paraya patlamaz. Yani bir iki bin dolara cebinizden de verip, ilk romanınızı, ilk öykü kitabınızı bastırabilirsiniz. Bin dolara ikinci hamur kâğıda bin tane, beş yüz tane kitap çıkar. Gönderin yüzünü eleştirmenlere, dükkânlara, çoğu zaten kendini belli eder, hakkında yazı çıkar filan. Bir fotoğraf kitabı öyle değil. Kitabın kendisi pahalı... Minimum beş yüz kopya bassanız bile pahalı. E, fotoğraf sergisi açmak da pahalı. Artık en uyduruk sergi on bin dolara patlıyor. Yani basmak, çerçevelemek… O zaman şu gerekiyor: projeyi dört başı mamur hazırlayıp, birilerinin dikkatini çekmek, iş bitince o projenin kitabını basabilmek, belki o kitabı dağıtabilmek, ne bileyim, o fotoğrafları ulaşılabilir hale getirebilmek, onları bir siteye koyabilmek, görünür kılabilmek...

Yani bu konuda bizim kuşağın bir beceriksizliği vardı. Ama ben bunun suçunun birazını da bizden önceki kuşaklara atıyorum. Bizden önceki kuşağın bir görgü bırakmayışından geliyor. Yani ben resim eğitimi aldım, ressamlık yaptım, resim okudum yıllarca ve resim öğretmenliği yaptım akademide. Resim için şikayet edemem. Tamam, bu topraklarda 500 yıldır ne Rönesans ne Barok yoktu, resim yoktu, ama yüzyılın başından beri resim yapılıyordu. Sadrazam bile resim yapmış. Ve geri dönüp baksam dünya çapında on tane ressamımız olduğunu iddia edebilirim. Bir Cihat Burak, bir Orhan Peker, bir Nejat Yavaş, Yüksel Aslan, Burhan Uygur, Mehmet Güleryüz, Neşe Erdok, Avni Rifij. Yani dünya çapında dünya kalitesinde on sanatçımız, ressamımız olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan bize iyi kötü bir görgü kaldı, resim düşünüyor olsaydık. Fotoğrafta maalesef, yüzyılın başındaki o ilk klas kuşak… Beyoğlu’nda o büyük stüdyoları olan o büyük fotoğrafçıların dışında, ki onlar da kaybolup gitti tarihin içinde, sonraki kuşaklardan hiçbir şey kalmadı bize. Yani hiçbir görgü kalmadı bize. Onun acısını çok çekiyoruz. Yani iyi bir baskı karanlık odada nasıl yapılır? Bir fotoğraf nasıl kompoze edilir, sunulur? El yordamıyla yaptık bunları hep. Hâlâ deneye yanıla. Şimdi bir parça doğru dürüst bir baskı görebiliyoruz. Mehmet Islak sağ olsun basıyor. Mehmet Özgülen yine basıyor İstanbul Modern’de. Birkaç genç arkadaşımız çok iyi tarama yapıyor, basıyor filan.

Bir agrandizörüm vardı, ben de denemeler yapıyordum, ama o düzeyde kaldı.

Değil mi? Çünkü bunu bilip öğreten yok. 1900’lü yıllarda yaşasaydık farklı olurdu. Abdullah Biraderler stüdyosu, Beyoğlu’nda, mükemmel makineler, mükemmel teknik, kocaman lensler… Belki o yıllarda, yüzyılın başında yaşasaydım atölyelerine çırak olarak girerdim. Hem yemek yapar, bulaşık yıkardım, çalışırdım filan.
 
Sizin bir şikâyetiniz var. Daha büyük ebatta baskı yapabilmek için agrandizör aramışsınız, ama bulamamışsınız.

İşte aynı şeyler. Hiç kimse baskı yapmamış. Hiç kimse basmamış. Yüzyılın başında muhtemelen basılıyordu, ama o kaostan, o savaşlardan sonra hepsi darmadağın oldu, yok olup gitti o hikayeler. Sonraki kuşaklar da hep Turizm Bakanlığı’na fotoğraflar çektiler. Gün batımları, Pamukkale filan. Yani bize öyle akide şekeri gibi ve üstelik sağlığa da çok zararlı olan, şeker sağlığa zararlıdır, çok şekerli boyalı şeyler bıraktılar. İşte bunun üzerine inşa etmeye çalışıyoruz fotoğrafı.

Biz Anadolu’dan Kurşun Asker Gibi Geliyoruz

Sizden öncekilerden şikâyetçesiniz, tamam, peki. Sizden sonrakiler de sizden şikâyet edecekler mi?

Beni genç kuşak çok seviyor. Çünkü mümkün olduğu kadar kapımı açık tutuyorum onlara. Portfolyolarına bakıyorum. Yani biri bir portfolyo getirmek için telefon ettiği zaman, sık sık oluyor bu, haftada bir oluyor, asla geri çevirmiyorum. Gün içinde çekim yapıyorsam, mutlaka akşama doğru gelmesini sağlıyorum. Gün battıktan sonra benim işim serbest. Ama gün içinde mümkün olduğu kadar günü maksimum değerlendirebilmek için uğraşıyorum. Akşam olduğu zaman rahatım. Yani saatlerce bakabilirim. Ve bakıyorum. Çok iyi bir kitaplığım var. Hepsine kitaplardan örnekler gösteriyorum. Yani yollarını tasarruflu bir şekilde alabilmeleri için, ilerleyebilmeleri için bütün bilgimi ortaya dökmeye çalışıyorum. Magnum Ajansı’ndaki fotoğrafçılar çok yakın arkadaşlarım. İşte en son Josef Koudelka bende kaldı, Nikos Economopoulos gelince bende kalır. Alex Webb, bütün bu, dünyaca ünlü fotoğrafçılar yakın arkadaşlarım. Bunlar geldiği zaman bir hafta filan bende kalırlar, çekim yapar giderler. Ben de gidince onlarda kalırım. Onlar geldiği zaman mutlaka bir parti yapıyoruz. Bu masaları birleştirip, otuza kırka kadar çıkartıyoruz. Genç çocuklar geliyor mutfakta yardım ediyor bana filan. Ve tembih de ediyorum, “bakın bu fırsat bir daha geçmez ele mutlaka portfolyonuzu getirin, yemekten sonra makul bir saatte” filan. Nitekim bu çalışıyor. Yani şu masada ünlü fotoğrafçılarla yemek yiyip kadeh tokuşturmuş belki yüz genç Türk fotoğrafçısı vardır. Ve bu da az buz bir şey değil. Bu koca bir gelecek kuşak demektir. Bu kapıyı açık tutuyorum. Bütün bu masaları bu yüzden yaptım. Ben yaptım mesela hep. Yani büyük yapayım dedim. Üstüne kalabalık oturalım. Biri geldiği zaman oturtalım. İşlerimizi serelim. Yani hep o hayalle yaptım.

Bir atölye…

Evet, burası kalabalık mitinglerin yapıldığı bir atölye… Evet bu. Bir de ben güzel sanatlara girdiğim zaman Özer Kabaş, ruhu şad olsun, benim hocamdı, çok sevdiğim bir hocamdı. 1997’de kaybettik. O, inanılmaz kitaplar göstererek, resimler göstererek, daha ben 17 yaşımda akademiye girdiğimde çizdiğim resimlere bakıp muazzam bir perspektif açmıştı gözümde. Onu hiç unutmuyorum. İlk gün kuyruk olmuştuk, çizdiğim desenlere bakıp, “Sen kenarda dur” diye beni ayırdı. Sonra tüm ekip geçtikten sonra beni alıp evine götürdü, akşam yemeğine. Eşi var, çocuğu var. Yeniköy’de kocaman bir binada oturuyordu. Resimleri alıp karısına gösterdi. “Ya şunlara bak, desenlere bak. Var mı böyle çizen artık” filan, “eski usul”. Sonra da hep özel olarak ilgilendi benimle. O günü hatırlıyorum. Yani özel olduğumu hissettirdi bana. Meğer o kadar kıymetli bir şeymiş ki. Çünkü biz Anadolu’dan kurşun asker gibi geliyoruz. Şimdi görüyorum bazı genç arkadaşlar. Çok güzel işler yapıyorlar, ama öz güvenleri yok. Yani diyorum “biraz güvensene kendine. Şunları bir portfolyo yap. İngilizce bir metin yaz başına. Bir dosya yap. Bir şey yap.” Yani tırmala. Yanıt: “Ya, beğenmezler.” Kafadan “beğenmezler”. Halbuki bu topraklarda bir özgüven krizi yoktu. Eskiden yoktu. Mesela şimdi konu dışına çıkılacak gibi görünüyor ama beni çok etkileyen bir örnek vereyim. Hasan İzzettin Dinamo’nun Kuvay-i Milliye Destanı kitabı var. Kutsal İsyan. 3 cilt. Her biri 600 sayfa. Nefis kitaplar. Kuvay-i Milliye yılları, ki hep yaşamış. Orada bir yüzbaşının İsmet Paşa’ya mektubunu alıp koymuş. Örnek bir belge bu, kreasyon değil.
 
1922’de Ege’den yazıyor: “Paşam” diyor, “karşıda 65 top, bizde 14 top var” diyor. “Karşıda 4000 süvari var, bizim 1200 süvarimiz var” diyor. “Karşıda” diyor, “30 bin piyade var, bizde 8000 piyade var” diyor. “Paşam bu koşullarda haydi haydi yeneriz” diyor. 1’e 4. “Fakat” diyor, “karşıda iki tane bir şey var ne yapacağız onu” diyor. “Bize bir mitralyöz bir şey gönder” diyor. “Nasıl vuracağımızı bilen birini gönder ya da bir tavsiyede bulun. Ne olduğunu bilmiyoruz. Tepemizde uçuyor pır pır teyyare” diyor. Böyle bir mektup. Miralay bilmem kim bilmem kim. Sakarya cephe komutanı bilmem kim. Sonra Hasan İzzettin yazıyor: “Bu ne özgüvendir” diyor. “4 kat düşmanı rahat rahat yeneceğine o kadar emin ki” diyor, “bu, 3 bin yıllık hiçbir savaşta yenilmemiş, genlerine işlemiş bir şey” diyor. “Osmanlıyı Osmanlı yapan bu gen, bu özgüven” oldu diyor. Bu çok vurucu bir örnek mesela... Bu tür bir güveni olmayan toplumlardan büyük sanatçı da çıkmıyor, büyük devlet adamı da çıkmıyor, büyük bilim adamı da çıkmıyor.  İnsanın içinden bir ses çıkartan bir figür çıkmıyor.

Yani çok yetenekli çocuklar görüyorum, ama özgüveni eksik. Ben daha az yetenekle, ama daha çok özgüvenle yaptım tüm bu işleri. Çok büyük yetenek olduğumu düşünmüyorum. Kimse çok büyük yetenek değil. Yetenek işin çok küçük bir parçası…
İşin içine sanat girdiğinde, resim, fotoğraf,  sinema, müzik, dans, tiyatro girdiğinde, edebiyat yine o kadar değil ama, bunlar girdiğinde bize öğretilen şuydu: Aç kalacaksın! Dedem bana, “büyüyünce ne olacaksın” diye sorduğunda “tiyatrocu” yanıtını verdim diye beni ömür billâh sevmedi.
Aynı şey benim de başıma geldi. Diyarbakır tıp mıydı, Erzurum tıp mıydı kazandım, ama gitmek istemedim. Güzel Sanatları istiyorum. Bütün lise hayatım boyunca karakalem desen çiziyorum. “Evlatlıktan reddederim” diyordu babam. Kapıyı çarpıp çıktım, geldim 17 yaşıma ve burada kayıt oldum. Yurtta kalmaya başladım. Sınav oldu girdim kazandım. Üç kuruş harçlık gelmeye başladı ayda. İşte Şubat tatili, resim okuyorum. Tüm tatil boyunca bin tane kadar resim çizmem lazım. Diyordu babam: “Hep resim yapıyorsun, hiç ders çalışmıyorsun.” İkna edemedim ki bu derstir. Duvara da astırtmıyordu. Namaz kılıyordu. Namaz kılınan evin duvarına resim asılmaz. Yani ben nasıl yarışırım Floransa’daki 600 yıl Leonardo’lar yetiştirmiş, Rönesans yetiştirmiş, yaratmış bir yerle. Ne kadar farklı bir yerden geliyoruz. Bütün bunları doğru tartmak lazım… Ama ne oldu? Peki, orada olup bizde olmayan ne var? Biraz bunu eşeleyip yolu açmaya çalışıyorum kendi adıma. Bu şehrin inanılmaz fotojenik olduğunu fark ediyorum giderek. Bütün büyük şehirleri biliyorum, bu kadar fotojenik başka bir şehir yok dünyada. O zaman bu elde var bir. Stockholm’de yaşasaydık ne halt edecektik? Viyana’da yaşasaydık? Hiçbir şey yok fotoğrafını çekecek. Yani kürklü kadınlar köpek gezdiriyorlar başka bir şey yok.

Aslında dünyayı dolaşmak kişisel merakınızdan ileri geliyor gibi. İstanbul gibi bir şehir varken elinizin altında, böyle bir malzemeyi tüketmeye ömür yetmeyecekken, dünyayı dolaşmaya ne gerek var desem?..

Ama o zamanlar farkında değildim İstanbul’un. Ne zaman gezip geldim, esas hazine buradaymış dedim. Bu mahalledeymiş hatta. Ama o zaman bilmiyordum. Bir de tabii görmek, görüp gelmek başka bir şey.

“Macera bitti, şimdi yaşadığım şehrin sokaklarında insanlık hallerini arıyorum.” diyorsunuz. Gerçekten bitti mi?
 
Evet. İpek Yolu bitti. 1997’de bitti, kitabı bastım, film oynadı televizyonda. Sonra macera bitti. O dosyayı kapattım. Daha kendi iç dünyama, kendi fotoğrafıma, kendi fotoğrafımı bulmaya çalışıyorum şimdi. Bu bitmeyecek bir süreç tabii.
Bugüne kadarki maceranızı biliyoruz. İpek Yolu’nu biliyoruz, o bir efsane. İnternete girmişsiniz çölde. Sonra, deve sırtında gitmemişsiniz de yürümüşsünüz 12 bin kilometrelik yolu.

Yürüdüm, binilmiyor çünkü. Masa gibi devenin sırtı. Çok yorucu çünkü. Şu espriyi yapıyordum hep, hani kovboy filmlerinde hep silahı çekmeye hazır yürür ya kovboy, silahı çekmeye hazır olduğundan değil, at biniyor adam bütün gün. Ata binmekten. Moğollar da öyle yürür mesela. Bir de, bu at da değil üstelik. Birinci gün bindik. İkinci gün, “çocuklar bu işte bir yanlışlık var” dedim. Ondan sonra indim. Zaten yavaş gidiyorlar. Herkes bir deve seçti kendine, malını mülkünü asıyorsun üstüne. İlk gün çözdük onu. Baktık ki deveye binmekle olmayacak, indik.

Akademideki görevinizi bu yüzden mi bıraktınız? O çok daha farklı bir iş.

Yok, hayır. Akademiye 1984’te girdim, gravür hocalığı yaptım. Bir dünyayı görme isteği vardı en çok. İtalya’ya gitmiş biraz çalışmıştım. Doğu’yu çok merak ediyordum. Yani o gezme hayali hep vardı. Dünyayı görme, özellikle Doğu’yu görme hayali hep vardı. Yani akademiden istifa etmeseydim, şimdi bilmem kaç yıllık profesör olacaktım. Yabancı dil de bildiğim için bütün o basamakları rahatlıkla çıkacaktım. Hiç pişman değilim ama. Çünkü görüyorum oradaki arkadaşlarımı, hiçbir yere gitmemişler. Ve artık bu saatten sonra gitmeseler de olur yani. Bazı şeyler zamanında yapılmalı. C vitamini günde 3 gram almalısın. Hayatın boyunca hiç C vitamini almayıp, 60 yaşında günde elli kilo C vitamini alırsan 49 kilosunu atarsın. (Gülüyor) Olmaz yani. Böyle bir şey… Dedim, ya şimdi ya hiçbir zaman. Dünyayı gezip görmek... Ve henüz fotoğraf yoktu aklımda ve yollarda karakalem portre çizerim, karşılığında da yiyecek alırım diye hayal edip istifa ettim. Parasız pulsuz çıktık yollara ve Hilmi Yavuz o zaman akademide hocamdı, o tavsiye etti. “Resim çizerek Hindistan’da yiyecek bulamazsın. Ölürsün. Bir bardak su içsen kolera olursun. Fotoğraf çek ki, yazı yaz ki, röportaj yap ki bunlar yayınlansın sana biraz telif hakkı gelsin” filan dedi. Dedim, “çekmeyi bilmiyorum.” Dedi, “öğren”, “bir şey yok ki bunda.” Öyle el yordamıyla öğrendik ve o üç yıl hiç durmadan, o yolu bir nevi foto-röportaj yaparak bitirdik. Alman kız arkadaşım vardı Marienne, onunla birlikte. Benim aklımda o üç yıllık yolculuktan sonra fotoğrafı bırakıp tekrar resme dönmek vardı. Ama girdikçe fotoğrafa, fotoğraf çekerek, düşündüğüm her şeyi yapabileceğimi gördüm. Zaten akademide de çok renk yapmıyordum, gravür yapıyordum, desen yapıyordum. Fotoğrafa benzer bir yapısı var zaten, vizüel bir yapısı var. Birinden öbürüne böyle shift etmek kolay oldu bir nevi. Sonradan yakın dostum olan Josef Koudelka’nın, Çingeneler kitabını almıştım Paris’ten. 20 sene evvelden behsediyorum. Hemen her gün kutsal kitap gibi bakıyordum. Nasıl olur, minicik bir makineyle küçücük bir fotoğraf karesine bu kadar duygu yoğunluğu nasıl yüklenebilir? Bu nasıl başarılır? Saçımı başımı yoluyordum. Demek ki bu mümkün. Yani minicik bir makineyle, 35 mm bir kareyle bir siyah-beyaz film. O zaman dedim, “tamam, fotoğrafla yaşanır”. Yani bir ömrün merkezine fotoğraf konabilir. Fotoğrafla duyduğum, düşündüğüm, hissettiğim her şeyi verebilirim. Ama tabii bütün bunlar yıllara yayıldı. Binlerce defa basarak, çekerek, karanlık odada bakarak. Çok zor bir süreçti ve hep el yordamıyla sürdü bu süreç. Bizden evvel bir jenerasyon olsaydı, hemen tık tık kapıları çalacaktık. Ve, “nasıl gidilir ustam bu yoldan” diyecektik, ama çalacak kapı bulamadık. Ama artık tabii çok geç. Biz de elimizden geleni yapıyoruz.

Gridir Bizim Şehrimiz
 
“İstanbul’a, elinde bir tomar kağıtla gördüğü her şeyi çizen bir güzel sanatlar akademisi öğrencisi olarak ilk kez geldiğimde 17 yaşındaydım ve önce martılara aşık oldum.” Sonra karabataklar, balıkçıl kuşları, güvercinler, kumrular… Erguvanlar gibi İstanbul’a has diye mi, İstanbul’un imgeleri var diyorum, kuşlara olan ilginiz de böyle bir şey mi, yoksa başka bir yerden mi alıp getirdiğiniz bir ilgi mi var kuşlarla ilgili?

Yok, aslında özel bir ilgi yoktu. Kediler, köpekler, kuşlar... Mahallemizdeki hayvanlar… Aslında Adana’da ben çocukken güvercin besleyenler vardı. Bir kamışın ucuna siyah bir bez parçası bağlayıp, birini o ipe bağlayıp salarlardı. Bir burgu gibi gözden kaybolana kadar uçarlar, sonra beyaz, dişi bir güvercin çıkarırlar kafesten, kanatlarını açarlar ve sadece kuyruğundan tutarlar. O beyaz güvercin çırpınır elinde. Onu bir işaret olarak görürler, neredeyse görünmez olan o güvercinler mermi gibi ses çıkararak, son hızla yere inerler ve tam yere varmadan gelir o kuşun yanına konarlar. Ve bu böyle tekrar tekrar sürer. Yem vererek ödüllendirilir, şovdan dolayı. Öyle bir güvercin hikayesi vardı ama sanırım sadece bu değil. Hayat dolu bir şehirdi, onu hatırlıyorum. Yani dışarı çıkmak bir maceraydı her gün. Ben mesela resim yaparken odama kapanıp boya yapmadım. Hep bir tomar kâğıt alıp dışarı çıktım. Şipşak fotoğraf çeker gibi, Bresson’un sokaklarda dolaşması, fotoğraf çekmesi gibi büyük bir süratle sokaklarda resim çizdim. Sandıklar dolusu karakalem resmim var. İlerde onları tarayıp internet siteme koymak istiyorum. İlk şey olarak. Çünkü yıllar sonra çektiğim fotoğraflar baktım ki aynı. Camda kuşlar, orada öyle bir köpek bakıyor. Parmaklıklar arasından çocuklar bir şey yapıyor. İşte, hayatın küçük kırıntıları aynı şeyler.  Karakalem çok içerden gelen bir şey. Çok, direk motivasyon bir şey.

Karakalem çizimlerini soruyorum, gösteriyor. Gerçekten siyah-beyaz fotoğrafları gibi... Bir yandan çizimlerine bakıyor, bir yandan da sohbete devam ediyoruz.

Ama arada hiç aklınıza geldiği, içerden bir şeyin dürttüğü, alsam şu kalemi elime dediğiniz olmuyor mu?

Oluyor. Oluyor, ama elim gitmiyor nedense, belki daha ileride.

Resim geleneğinden geliyorsunuz. Tam resmi bırakıp fotoğrafçılığa geçişinizi algılamaya çalışırken, bir de bakıyoruz, siyah beyaz fotoğrafçılığa yönelmişsiniz. Neden? Tüm değişimler bir arayışın sonucu mu?

Birkaç teknik sebebi var. Birincisi, karakalem desenin verdiği tat bir biçimde yaklaşık olarak sanki siyah-beyaz fotoğrafta da çıkıyor. Sade bir siyah-beyaz fotoğraf, boyasız, süssüz, rötuşsuz, makyajsız bir şey gibi duruyor elimin altında. O ham halini, o kaba halini seviyorum. Çekerken düşündüğüm her ne ise onu o basit kağıtta görüyorum. İkincisi teknik bir sebep; çektiğimi hemen yıkayıp, kendim görebiliyorum. Şimdi artık dijital var, çektiğin anda görebilirsin. Ama bunların dışında bir şey. Siyah-beyaz fotoğraf, anlatmak istediği her ne ise form olarak anlatmaya yetiyor. Ekstra bir renge ihtiyaç duymadım hiçbir zaman. Ama şu konuda inatçı değilim: İyi fotoğraf siyah-beyaz olur, renkli çekmem, şeklinde bir şey sakın algılamayın. Öyle bir inadım yok ama. Bazı şeyler, siyah-beyaz kurtarıyorsa hiç renk yüklemiyorum üstüne.
Siyah-beyaz daha duygusal geliyor.

Böyle, eskiyle bir bağ kurulabilir. Eskiye bağlayabilir insanı.
Çünkü hayat zaten renkli…
Duyguyu direk olarak veriyor sanki. Renkle de ilgilenerek direk duygu vermek mümkün. Mesela benim Magnum’dan arkadaşım İgnashov inanılmaz renkli fotoğraflar çekiyor. Çok beğeniyorum, gıpta ediyorum. Alex mesela, Alex Webb çok iyi bir renkli fotoğrafçıdır. Ama bazen bir tercih yapmak zorundasınız. Yani bir projeyi, aynı inşaat yapar gibi, “bu yayla evi, bunu ağaçtan yapayım” dersiniz. Ağır bir beton dökmezsiniz, Bolu Dağı’nda bir ev yapıyorsanız. Onun malzemesi ağaçtır. Ama deniz kenarında Assos’ta bir ev yapıyorsunuzdur, onu da ahşap yapsanız 6 ay sonra çürür. Böyle bir şey sanki… Mesela İstanbul Panoramayı çekerken, doğal olarak siyah-beyazı seçtim. Bir renk yok şehirde. Gridir bizim şehrimiz. Hakikaten, şöyle tepeden bakınca belki soluk bir kiremit kırmızısı görünür. İnsanlar renkli giymez, sokaklar gridir.

Meslek hayatınız boyunca “keşke” dediğiniz anlar oldu mu? Hem kendinize, hem de fotoğrafçılığa dair…

Olmaz mı? Tonla. (Gülüyor) Mesela hep belli bir fotoğrafın peşinden gittim, dönem dönem bir takım ülkelere gittiğimde. Sonra, “ah keşke şurada, şu tür bir formatla, şunları da çekseydim” dediklerim oldu. Ama artık zaman geçmiş oluyordu, yıllar geçmiş oluyordu üzerinden. Sonu yok bunun. Bir yoldan gidince öbürü uzak kalıyor. Bir dağcının ah keşke şuraya tırmanırken bir de nehirde yüzseydim demesi gibi. Ne bileyim… Keşke daha yoğun not tutsaydım mesela. Tüm bu fotoğraf çektiğim yıllar boyunca, çektiğim fotoğraflarla ilgili akşamları böyle birer saat notlar alsaydım. Bu tür keşkeler var ama ne yapalım, hayat zaten bu tür şeylerden oluşmuyor, kendiliğinden akıp gidiyor. Çok da didiklememek lazım bunları. Zaten insan yapabileceği kadarını yapıyor.