"Yazarlık Karanlık Bir Mağaraya İnmek Gibidir!"Eserleri İtalyanca ve Almanca’da basılan ve Fransızca, Romence, Yunanca ve Bulgarca’ya çevrilmekte olan, “Haldun Taner Öykü Ödülü” ve “Yunus Nadi Roman Ödülü”nün sahibi yazar Mario Levi ile Doğan Kitap’tan çıkan son kitabı “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” bahanesiyle, Kadıköy’deki evinde, tıpkı yazım dilinde olduğu gibi, samimi bir sohbet gerçekleştirdik.
Mazi kalbinizde bu kadar yara mı gerçekten? Tabii ki mazi kalbimde yara. Mazinin bana bazı hatırlattıkları beni yaralıyor. Zaman zaman içimin önleyemeyeceğim bir acıyla dolmasına yol açıyor. Ancak burada bir başka önemsediğim gerçeğin altını vurgulamak istiyorum. Bir yanlış anlaşılmadan çok korkuyorum. Ve bunu da kitabımın başlarında bir şekilde ifade etmeye çalıştım. Ben geçmişte yaşayan bir yazar değilim. Ve geçmişe övgüler düzmek, hatta yazıklanmak isteyen bir yazar da değilim. Evet, geçmişin çok özlediğim tarafları var, bunları zaten bu kitabımda anlatmaya çalıştım. Ancak benim için önemli olan; maziyi hayatımın sürekli gündeminde tutarken, mazinin bende açmış olduğu yaraları unutmamaya ve hatırlatmaya çalışırken, bugünü daha çok anlamlandırmak, bugüne bir değer, bir derinlik katmak istiyorum. Örneğin ben Beyoğlu’nu, Tünel’i, İstiklal Caddesi’ni yaşarken, burada Moda Burnu’nu yaşarken, Kadıköy Çarşısı’nı yaşarken, Boğaz’ın Anadolu şeridini yaşarken, Beylerbeyi’nde sahil kenarında otururken sadece bugünü yaşamak bana yetmiyor. Benim için o an önemlidir. O anı sonuna kadar yaşamak önemlidir. Ama o anın bir derinliği vardır ve o derinlik benim o ana getirdiklerimden gelmektedir. Bu yüzden mazi önemlidir benim için. Bir de bugünü anlamaktan söz ediyoruz, belki bugünle hesaplaşmak için de mazi önemlidir.
Yazarak yükünüzü üleştirmiş olduğunuzu düşünüyor musunuz? Tam değil. Tamam, bir yol aldım. Onu biliyorum. Örneğin, ilk öykülerini çiziktirmeye başlayan 70’li yılların ortalarındaki Mario ile bugünkü Mario arasında göz ardı edemeyeceğim bir fark var. Bugünkü Mario, birilerine en azından bazı öykülerini taşıyabilmenin huzurunu ve rahatlığını yaşıyor. Hatta gizli övüncünü de. Fakat henüz daha bitmedi. Hikâyem henüz bitmedi. Fakat nasıl gelişeceğini bilmiyorum. Nasıl sonlanacağını ise hiç bir zaman bilemeyeceğim. Yaşamadan tabii. Göreceğiz. Kendime temenni ettiğim şu: son nefesime kadar yazabileceklerim olsun sterim. Çünkü bazı yazarlar tanıdım, yazacaklarım bitti diyen ve artık yazmayan. Yıllardır yazmayan. Ve yine de yaşamaya devam eden. Bu, başıma gelir mi bilmiyorum ama açıkçası çok istediğim bir durum değil. Dolayısıyla ülküm beni nereye götürecek bilmiyorum.
İçimdeki İstanbul Fotoğrafları “Hatırla” diyerek başlıyor. Bu bana Olivier Rolin ile yaptığım bir röportajda geçen “Unutuş Nehri” üzerine söylediklerini anımsattı. Mitolojide “unutuş nehri”, suyundan içenlerin geçmişlerini unuttukları ölüm nehri... Kitapta ayrılıkla ölümü eş tutuyorsunuz ama dedenizin ölümüyle birlikte çıktığınız yolculukta sürekli “hatırla” diyorsunuz kendinize. Tıpkı Unutuş Nehri’nde olduğu gibi, siz de unutmayı ölümle eş tutar mısınız? Bir ölçüde evet… Çünkü unutmak ile ilgili şöyle bir duruş vardır kimi insanlarda; geçmişlerinde kimi acılar, büyük hayal kırıklıkları yaşamışlar. Yaralanmalar, örselenmeler… Fakat bir şekilde üstesinden gelmişlerdir. Ya da üstesinden geldiklerine kendilerini inandırmışlardır ve belirli bir yere geldikten sonra “hayır, asla hatırlamak istemiyorum, geçmiş geçmişte kaldı” derler. Ve bu duruşlarını hayata tutunuş olarak bize sunarlar. Büyük bir yalandır bu aslında. Tam aksine, hayata yeterince tutunamamaktır geçmişi bilinçli olarak unutmaya çalışmak.
Latinler bize birçok güzel söz bırakmıştır. “Historia docent” derler. Yani; “tarih öğretir” derler. Ben bu lafı çok severim. Haliyle, belki de bugün biz eğer bir ülke olarak, bir toplum olarak bir takım üstesinden gelemeyecekmiş gibi göründüğümüz sorunlar yaşıyorsak, bugünün bakışıyla, bu biraz da geçmişi yeteri kadar hatırlayamamamızdandır. Hatta o geçmişle yeteri kadar yüzleşmememizdendir. Haliyle buradaki “hatırla” sözü sadece yazarı, anlatıcıyı, hatta okuru hatırlamaya çağırmıyor. Aynı zamanda; hatırlarken kendini tanımaya, kendini tanırken yüzleşmekten kaçtıklarıyla yüzleşmeye de çağırıyor. Bu nedenle hep söylemeye çalıştım: “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” aslında bugünü anlatıyor.
Ve “mea culpa” değil mi? Ben yaptım! Tabii ki. Şüphesiz! Zaten beni inşa eden geleneğin içinde eleştiri ve özeleştiri her zaman olmuştur.
İstanbul deyince ne düşünüyorsanız o diye düşünüyorum İçimdeki İstanbul Fotoğrafları için. Tarih var öncelikle. Hem de ne tarih! Kitaplar, yemekler, müzik, vapur, simit, martı, erguvanlar, anılar… Hafızanızdaki tüm fotoğraflar burada, ama albümün aralarına, arkalarına, görünmez yerlerine sakladığınız fotoğraflar da yok mu? Var. Var tabii ki.
Kitabın son bölümlerinde “daha fazla acımak istemediğim için dökmüyorum” diyerek söylediniz ama… Aynen öyle. Bakın ben size şunu anlatayım: ben planlı bir yazar değilim. Diğer bütün kitaplarımdaki gibi “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” kitabımı da yazarken bir plan yapmadım. Anlatıcı şimdi Asmalımescit’ten hareket edecek. Yüksek Kaldırım Yokuşu’ndan aşağı inecek. Sonra şunu yapacak, sonra bunu yapacak… Bir plan yapayım demedim. Sadece Tünel’den, Asmalımescit’ten yola çıkmasını ve aynı zamanda bir yola çıkmasının gerekli ve kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Ve dedim ki kendime, “duygularının çağrışımlarının akışına bırak kendini”. Öteki romanlarımı da, bunu da böyle yazdım. Haliyle ben, Yüksek Kaldırım’ı anlatırken vapurları da anlatacağımı biliyordum ama ne anlatacağımı bilmiyordum. Üsküdar’a er ya da geç geleceğimi biliyordum ama yine ne anlatacağımı bilmiyordum. Haliyle yol öyle gitti ve yolculuğun nihayete erdiği akşam, yani anlarda, sizin bana soru olarak getirdiğinizi ben kendime soru olarak zaten getirmiştim. “Başka anlatmadıkların var mı?” Vardı tabii. Olmaz olur mu? Bunlar çekmecemin çok gizli yerlerinde hala duruyor. Evet, daha fazlasını anlatmayı göze alamadım diyebilirim. Bu göze alamamamın nedenini için, “yazarlık karanlık bir mağaraya inmek” gibidir derim. Ne kadar derin olduğunu bilemediğiniz bir mağaraya. Karanlık beni geldiğim yerde biraz korkuttu. Ama kendime şu sözü verdim: “buraya kadar indiysem, daha fazlasını yapabilirim”. Ama şimdi değil. Yapacağım. Bunu da yapacağım. Çünkü bu kitap benim uzun zamandır inemediğim derinlikleri dile getiriyordu. Yeterli olmadığını biliyorum, ama devam edeceğim.
1910 yılında 600 kadar apartmanı olan bir şehrin geçirdiği evreler, değişimler, göçler dolayısıyla artan hengâmesi, -her ne kadar kitapta bir küskünlük hissetmiş olsam da-, sizi başkalarında okuduğum bir karamsarlığa itmemiş. Bunu biraz açtınız sohbetin başında ama “neden” diye sormak istiyorum yine de? Tabii benim kırgınlıklarım da var. Sizin ifadenizle ki, doğru bir ifade bence, küskünlüklerim de var. Bunları kitabımda dile getirmeye çalıştım. Kırgınlığımın kaynaklarını da olanaklarımın ve sınırlarımın elverdiği ölçüde dile getirmeye çalıştım. Ancak şuna da inanıyorum: bu şehirde yaşıyorsak ve hayatımız bu şehirde devam ediyorsa, hayatımızın şiirini yaşamak için daha ne yapabiliriz sorusundan da vazgeçmememiz gerekiyor. Bu soru beraberinde umudu getiriyor. Umudu yitirmemeyi gerektiriyor. Ben umutsuz bir insan değilim. Zaten şunu da söylemek mümkün aslında: eğer hakikaten yaşamaya değmiyorsa bu şehir artık, çekip gitmek gerekiyor. Eğer ben hala çekip gitmiyorsam demek ki beni bağlayan bir şeyler var. Çok kıymetli bir şeyler. Bu da tıpkı kadın erkek ilişkilerine benzer.
Ben de tam bunu soracaktım. O zaman sizin için İstanbul bir kadındır diyebilir miyiz? (Gülüyor.) Ben bir erkek olduğum için kadın evet. Dışarıdan bakarsınız bir çifte; kavga ederler, ayrılırlar, birleşirler. Yorucudur ilişkileri ama bir türlü ayrılamazlar birbirlerinden. Bunun bir nedeni vardır. Hala bırakamadıkları bir tarafları vardır birbirlerinde. Bu yüzden ilişki devam eder. Ve bu yüzden tüm yoruculuğuna rağmen, tüm sorunlarına rağmen şaşılacak bir ölçüde belki bir hayat boyunca devam eder. Çünkü ayrılamazlar. Benim galiba İstanbul’la ilişkim böyle bir ilişki. Zaman zaman küsüyorum, kırılıyorum, çok kızıyorum ama aşk galiba bu. Ve aşk yaşanıyor.
Ama bir yandan da insanın doğası gereği sanırım bir karamsarlık okuyorum: “Şehrin çok eskilerden kalma duvarları çoktan yıkıldı. Yerine inşa edilen duvarlarla etrafında biriken mezbelelikler sayesinde de daha çok yıkıldı. Ya içimizdekiler?” Çok severim bu bölümü.
Ben de çok sevdim. Devam ediyorsunuz: “Yoksa asıl yıkılmaları gereken bu yerde yenilerini mi inşa ettik? Daha doğru bir ülkeye hepimizin hakkı yok muydu?” diyorsunuz. Çok fazla değinmeseniz de çok kırgın olduğunuz taraflardan biri de bu ülke ile bu ülkenin gerçekleriyle ilgili kitaptakinden daha fazla cümle istiyorum dersem… Son 80-100 yılda çok büyük yanlışların yapıldığını düşünüyorum bu ülkede. Bir çeşit tek tipleştirmenin hedef olarak, ülkü olarak seçildiği ve bundan da gurur duyulduğu bir tarihten geçtik son 80-100 yılda. Bu bir şekilde başarıldı. Bir takım farklılıkları yaşamak isteyenler ya da yaşamaktan başka türlüsünü yapamayanlar çok acı çekti. Ve bir takım farklılıklar önemli ölçüde yok edildi. Bana kalırsa bu, en kibarca söyleyişle bir insanlık utancı. Bunu bu ülkede yaşadık. Bu nedenle o duvarlardan söz ettim. Temel sorunlarımızın hepsi neredeyse, herkes kendine göre bir takım sorunları öne çıkarabilir, önemli değil, eşcinselseniz eşcinsellik, bir azınlık mensubuysanız azınlık, Kürt’seniz Kürt, Aleviyseniz Alevi. Ne olursa… Yoksulsanız yoksul. Anlatabiliyor muyum? Önemli değil. Sorunlarımız çok. Ülkenin sorunları çok… Çözemediği sorunları çok... Bunlar benim görüşüm. Yıllar boyunca tüm bunlar halının altına süpürüldü, atıldı. Ve “biz ne kadar büyük bir ülkeyiz” dendi. Belki büyük bir ülkeyiz, olabilir. Dünyanın 15. büyük gücü olduğumuz söylenirken kimse yalan söylemiyor. Rakamlar ortada. Ama bu yeterli değil ki. Ben bu yüzden o duvarlardan söz ediyorum. Birbirimize sürekli duvarlar inşa ettik. Benim bir cümlem vardır: “herkes kendi duvarının dibinde ölüyordu” dedim. Ben bu kitabı bir başka kitabımdan alıntıladım. “İstanbul Bir Masaldı”dan. Haliyle bunları yaşamak lazım... Ben buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Ya sizin duvarlarınız? Benim kendimi korumak için ördüğüm duvarlar oldu tabii.
Bunu şunun için soruyorum: yazıyla uğraşan birinin, yazıya, tıpkı İstanbul’a tutkunuzdaki gibi bağlısınız… Aynen öyle.
Duvarlar bir yerden sonra üretiminizi engelleyecek bir şey aslında. Benim fikrim bu. Kendinizi korumaya aldığınız zaman dökemezsiniz. Çünkü siz kurguyla yazmıyorsunuz, samimi bir dille yazıyorsunuz. Sizin duvarlarla ilişkiniz daha inişli çıkışlı olsa gerek. Şüphesiz ki öyle... Ayrıca size şunu da söyleyebilirim: benim hayatım bu duvarları yıkma çabasıyla geçti. Bugüne kadar birçok duvarımı yazıyla yıktım. Bu yüzden tespitinizde fevkalade haklısınız. Belki de galiba benim asıl tutkuyla bağlı olduğum; yazım. Bu İstanbul’u da aşıyor. İstanbul sadece bir fon burada... Ama insanın duvarlarını yıkmaya çalışma süreci çok sancılı bir süreç. Bu yüzden yazmak da sancılı… Ama güzel bir tarafı da var. Zaten güzel bir tarafı olmasa bunca yıl bu mücadeleyi vermezdim. 35 yıldır yazıyorum. Kendinizi daha iyi tanıyorsunuz. “Yazmak karanlık bir mağaraya inmektir” dememdeki sebep de bu aynı zamanda. Tabii bir o kadar da başkalarına, bana duvarlarını örenlere bu duvarları da göstermek istiyorum. Burada yapabileceğim tek bir şey var: o duvarları okura göstermek. “Bana bu duvarlar örüldü” demek. Hatta biraz daha cesaretle, “siz ördünüz” demek. O duvarları yıkıp yıkmamayı okura bırakıyorum.
“İnsan kendini ancak başkalarının ‘yazı’sında da görmeyi başardığında, dahası, gizlenenlerin hayatına farklı ihtimaller getireceği fikrine hazır hissettiğinde duyabiliyor, hem de çok iyi duyabiliyor” diyorsunuz, burada aslında insanların farkındalık düzeylerine gönderme yapıyorsunuz sanırım, hem kendi hem de başkalarına olan… Evet.
Kurguyla yazmıyorsunuz. Malzeme sizsiniz. Kendinizden yola çıkıyorsunuz. Orhan Veli’yi, Tezer Özlü’yü bu nedenle sevdim hep. Ama o dönemin koşullarında ve bakirliğinde bu tarz daha kolay kabul görebilirdi. Tam da, son kitabınızda da anlattığınız değişimler nedeniyle riskli değil mi yazıda bu tarzı tercih etmek? Tabii ki riskli ama ben bu riski seviyorum. Benim hayatımda birçok riski göze almak vardır. Zaten yazının kendisi de bir riskti. Hiçbir suya sabuna dokunmadan yazmak da mümkündü ama o zaman da ben sahiciliğimi sorgulardım. Samimi olmak ve sahici olmak tabii ki çok önemlidir. Galiba yazının derin anlamında da bu yatıyor. Göze alabilmek. Yoksa niçin yazacağız ki?
“Edebiyat, her şeyden önce samimiyet ister. Benim için samimi olan eser, değerli olan eserdir. Yazar ne kadar savunmasız olursa, o kadar başarılı olur bence” demişsiniz bir söyleşinizde, aynı muhabbetin devamı olacak: bunca samimiyet hüznü de beraberinde getiriyor doğal olarak. Kitapta böylesine çırılçıplak kalmak korkutmadı mı, korkutmuyor mu sizi? Eskiden daha çok korkuturdu. Fakat gün geliyor artık çıplaklığınızdan da utanmıyorsunuz eskisi gibi. Ya da rahatsız olmuyorsunuz diyelim. Çünkü siz karşınızdakinin de çıplak kalmasını istiyorsunuz. Karşınızdakinin de o zırhlarını kırmasını istiyorsunuz. Acı çekelim önemli değil ama birbirimizi daha iyi görelim. Bu her anlamda, politik anlamda da doğru, bireysel ilişkilerde de doğru. Çıplaklığı çok derin anlamda kullanıyorum. Mesela, iki insan sevişirken çıplaktır ama ne kadar çıplaktır? Ve ne kadar zırhlarımız vardır? Orada bile… Onu anlatmaya çalışıyorum. Bu nedenle tabii ki zor ve tehlikeli ama yazmamız ve anlatmamız gerekiyor.
“Aklı başında bir insanın yapacağı bir şey değil yazı yazmak. Bazen çok acı çekiyorsunuz, yazamadığınız günler oluyor, yazmak istiyorsunuz ama olmuyor. İşte o zaman kendime birtakım çareler bulmuşumdur, müzik dinlemek gibi, şiir okumak gibi” demişsiniz bir gün. Tüm dikkatim bulduğunuz çarelere odaklanmış durumda. Müzikle ilişkinizden söz eder misiniz biraz? Müzikle ilişkim benim çok derin bir ilişki. Hiçbir zaman müziğin tekniğini, nota okumayı mesela diyelim, öğrenemedim ama her zaman iyi bir müzik dinleyicisi oldum. Belki de bu nedenle radyo programcılığı yaptığım günlerde programlarımı kendim hazırladım, kendi şarkılarımı seçtim ve kendim sundum. Çünkü gözümü açtığımda evde bir müzik ortamı buldum. Beni çok zenginleştiren bir müzik ortamı buldum. Dedemin, anneannemin evinde Fransızca şarkılar dinledim. Klasik Batı Müziğini, Valsleri dinledim, İtalyanca, İspanyolca şarkılar dinledim. Babaannemim yanında olduğum günlerde, babaannem, annem ve babamla yaşardı, Türk Sanat Musikisini ondan dinledim. Dolayısıyla bu, beni ben yaptı. Ve müzik benim için hep esinleyici oldu. İçimde bir şeyleri hep kıpırdattı. Hatta öğrencilerime zaman zaman, yine kendimden hareketle, şunu söylerim: “diyelim ki yazı masasının başına oturdunuz, bir yazıyı yazmaya kalkıştınız ve bir yerde tıkandınız, durun o zaman. Yazmayı bırakın. ‘Neden yazamıyorsunuz’ onunla yüzleşin. Belki anlatamıyorsunuzdur, belki birileri anlatmanızı engelliyordur. Belki malzemeniz yoktur. Belki tükenmişsinizdir. Bunların hepsi birer olasılık... Ama eğer kapanmış bir takım kapaklar varsa, müzikle açabilirsiniz” derim. “Ve özellikle sizde hatırası olan şarkıları dinleyin” derim, bakın o zaman açılıyor mu? Müzik çok güçlüdür. Bu yüzden başka evlerimden taşımış olduğum plaklarımı, kasetlerimi hep korumaya çalıştım. Bunlar benim için birer güvenlik sibobu. Biliyorum ki, onlar bir yerde duruyor. Ve eğer yazma konusunda bir tıkanma ile karşı karşıya olduğumu hissedersem, onlara başvuracağımı biliyorum. Onların bana başka kapılar açacağını biliyorum. Bu nedenle müziğin hayatımda çok büyük bir yeri vardır.
Siz kendiniz için değilseniz, kim sizin için olacak? Yalnız kendiniz içinseniz, siz nesiniz? Ve şimdi değilse, ne zaman? (Rabi Hillel-Pirke Avot 1:14) Bu benim çok sevdiğim bir dünya görüşüdür. Bu Yahudi mistisizminin belki de en önemli kitabı olan Talmut’tan alınmış bir sözdür. “Şimdi değilse ne zaman?” Bu çok önemli bir sözdür. Yazı için de önemli, hayat için de önemli. Yazı için şu: “Bir gün yazarım zaten” demek, bu ertelemeyle oyalanmak, hayatı kaçırmaktır. Veya bir insanla bir şey yaşamak istiyorsanız, karşınızdaki insan kim olursa olsun; bir dostunuz, bir sevgiliniz, anneniz, babanız, kardeşiniz… yaşamanız gerekir diye düşünürüm hep. Hayat akıp gidiyor. Benim de ıskalamalarım, vazgeçişlerim oldu. Bunlar bende hep keşkeler doğurdu, ama keşkelere sığınmak da istemiyorum artık. Yeteri kadar esinlediler zaten o keşkeler. Dolayısıyla hem kendim için olmak hem bir başkası için olmak, ama bir o kadar da şimdiyi yaşamak istiyorum. Şimdi ve burada olmak benim için çok kıymetli bir hayat felsefesi.
İstanbul’a en çok yakışan duygu hüzündür derdim birçok yazar için de bunun böyle olduğunu gördüm. Sanırım yazan insanların ortak duygusu bu… Kitapta “siz aslında hangi şehri yaşadınız?” diye sorarken kendi yanıtınızı da veriyorsunuz. Yazılarında ana malzemesi, tutkuyla bağlı olduğu İstanbul olan, İstanbul aşığı bir yazar olarak sizdeki İstanbul’u kısaca anlatır mısınız? Aslında İstanbul her şeyden önce bütün bu sohbette sözünü ettiklerimiz... Bugünü yaşarken tarihin derinliğini yaşamak... Çünkü çok derin bir şehir İstanbul. Görmesini bilenler için çok derin bir şehir. Ben şu ayrımı da yaparım: İstanbul’u yaşamak ile İstanbul’da yaşamak arasında çok önemli bir fark vardır. Ben İstanbul’u yaşıyorum ve daha derinini yaşamak için de elimden geleni yapıyorum. Ve İstanbul’a en çok hüzün duygusunu yakıştırırken, tabii ki ilk değilim, ben kendimi bir geleneğin parçası olarak görüyorum. Ve o geleneğin, Türk edebiyatındaki bu geleneğin içinde yer almak da bana başka bir heyecan veriyor. Çok derin bir duygu yaşatıyor. Bana devredilen bir miras var. Ben bu mirası imkânlarım ölçüsünde taşımaya çalıştım. Bu mirasın içinde Yahya Kemal de var, Ahmet Hamdi Tanpınar da var, ustalarımdan biri olarak kabul ettiğim Selim İleri de var. Ben bu izi sürmek istiyorum ve İstanbul’un hüznünden söz ederken yine İstanbul’un bana kalan tarihini düşünüyorum. Önemli olan tarih bilgisi değil, tarih duygusu. Ben tarihi yarımadaya baktığımda veyahut Galata Kulesi’nden karşımda uzanan manzaraya baktığımda sadece tarihi yapıları görmüyorum. Sadece yapılardan hareketle bir tarihi görmek bana yetmiyor. Orada birileri yaşadı ve bize bir şeyler bıraktı. Bu şeylerin adını koymaya çalışıyorum. Orada bir takım diller yaşandı. O dillerin bize bıraktığı bir tarih ve bir duygu iklimi vardı. Mesela ben Rumca bilmem. Ya da bildiğim Rumca kelimelerin sayısı 25’i 30’u bulur ancak. Ama ben Rumca biliyorum diyorum. Çünkü duyguyu biliyorum. Tamam, İstanbul’dan geçmiş diller, benim atalarımın İspanya’dan getirmiş olduğu Ladin dilini biliyorum, konuşuyorum, ama o dilin duygusunu biliyorum. Bana sorarsanız Fransızca da bu şehirde yaşamış dillerden biridir. Onu da biliyorum. Dillerin duygusu var. Anlatabiliyor muyum? Bir dili bilmek sadece o dilin dilbilgisine iyi vakıf olmak ya da o dilde çok geniş bir kelime hazinesine sahip olmak değildir, o dilin duygusuna sahip olmaktır. Bu nedenle ben Türkçenin derinliğine varabildiğimi düşünüyorum. Benim yaşadığım Türkçedeki derinlik, hep bu tarihten kaynaklanıyor. Bu şehrin dillerinden biridir Türkçe. O, geçmişten gelen duygu çok anlamlı benim için. Bu yüzden galiba İstanbul’u biraz da böyle görüyorum. Ama yine kitabımda dile getirdiğim deniz, balık ki, çok önemli bence. Başka şehirlerde de bir balıkçılar çarşısına gittiğinizde o balık kokusunu duyabilirsiniz. Gidin Venedik’e, Venedik’teki balık çarşısında da bir cumartesi sabahı gittiğinizde müthiş bir koku burnunuza çarpar, ama galiba İstanbul’daki biraz daha farklı. Neden daha farklı? Çok gerçekçi bir insan “canım en nihayetinde balık kokusu” der. Evet, doğrudur ve Venedik’teki de, Marsilya’daki de, Fas’taki de kuşkusuz benzer birbirine. Ama ya tarihler? Ya o bize kalanlar? Mesela palamut deyip geçemezsiniz. Bırakın palamudu, lüfer deyip geçemezsiniz. Geçemezsiniz çünkü size aktarılanlar var, hikayeler var, yaşamış olduğunuz hikayeler var. İstanbul biraz da böyle bir şehir... Belki bir başkası da Venedik’i anlatmak ister. Ben bir gezgin olarak anlatırım, Venedikli bir yazar da kendi Venedik’ini anlatır. İnsan en iyi, en iyi bildiğini anlatır.
İstanbul’a borçluyum diyorsunuz, borcunuzu nasıl ödüyorsunuz ya da ödemeyi planlıyorsunuz? Yazı dışında? Borcumu sadece ve sadece çok zengin bir yazar olmadığım için parayla değil, yazıyla ödemeyi düşünüyorum.
Yazılarınızda azınlıklar ağırlıklı konunuz. Türkiye’de her dönemin ve siyasetin de ana malzemesi bu, ama ben, “bu topraklarda kökleri 500 yıl öncesine dayanan bir ailenin mensubu olarak kendinizi azınlık olarak görmeniz neden” diye sormak istiyorum. Bunun cevabı yine tarihte. Birincisi şu: ben artık kendimi tutkuyla bağlı olduğum şehirde, İstanbul’da kendimi sadece ve sadece İstanbullu olduğum için azınlıkta hissediyorum. İsterseniz oradan başlayalım. Çünkü benim gibi İstanbul kültürünü bu kadar derinliğine yaşayan çok az insan kaldığını düşünüyorum, bu şehirde. Bir gazetede bir röportaj yaparken yine böyle bir konu gündeme geldiğinde şu örneği vermiştim: İstanbul’da tahminlere güvenecek olursak 16 milyon insan yaşıyor bugün, ama en çok bir milyon kişi lakerdayı bilir. Bilmiyorum bir milyon kişi biliyor mu lakerdayı? Emin değilim gerçekten. Ama böyle bir gerçek, bunu düşünebiliyor olmak bile içimi acıtıyor. Diyeceksiniz ki, eni sonu nedir? Bilinmese ne olur? Tamam, bilinmese ne olur? Kabul edelim. Ama bunu bir simge olarak görmeye başladığımızda ve lakerdanın içerebileceği bütün bir tarihi çağrışımları düşündüğümüzde meselenin boyutu değişiyor. Bu bir bir kere... Bu bir İstanbulluluk kültürü… Yani bu kültürün içinde, bu balık kültürünün veya lakerda kültürünün içinde Rum’u da var, Yahudi’si de var, Müslüman’ı da var, Ermeni’si de var, Levanten’i de var. Burada bir ayrım yok. Bu İstanbul kültürüdür öncelikle. Ama bu kültür olmayınca kendinizi azınlıkta hissediyorsunuz, bu bir. İkincisi, bu kitabımda bir duyguyu dile getirmeye çalıştım. Bir kere adınız Mario. Mehmet ya da Mahmut değil. Siz diyorsunuz ki kendinize, “ben buraya aidim.” Sonuna kadar buraya aidim diyorum. Hatta şunu diyorum: birçok kişi yokken ben buradaydım. Dolayısıyla ben gerçekten İstanbul’a çok aidim. Dolayısıyla ben İstanbul’un sahiplerinden biriyim. Ama bir de şu var: birileri size “neden adın Mario” diye sorabiliyor. Gel de şimdi uzun uzun anlat! Sıkıldım artık.
Bunu anlatamayacaklarımla karşı karşıya geldiğimde bir çözüm yolu buldum kendime. Mesela diyelim bir taksi şoförü, bundan iki ay önce başıma geldi, “biz İspanya göçmeniyiz” dedim. “Ya hocam desene sen de bizim gibi göçmenmişsin meğerse biz de Makedonya göçmeniyiz” dedi. Dedim ki, “doğru ya, hangimiz Türk’üz ki?” “Haklısın” dedi. Ben bunları açıklamak zorunda kalıyorum. Böyle olunca bir başka boyut kazanıyor. Size hiç kimse bu soruyu sormuyor Sibel Hanım. Siz kendinizi duygusal olarak, etik olarak, ahlaken bir başka azınlık boyutunda görebilirsiniz, eminim görüyorsunuz da, ama size hiç kimse bu soruyu sormuyor. Ama ya adınız Dora olsaydı, Ani olsaydı? Haliyle burada duruyorsunuz işte. Burada farklı bir yerdesiniz. Tabii buna sistemin farklı bir dini yapıdan gelenlere belirli bir ölçüde kapalı oluşunu da isterseniz hiç konuşmayalım. Bu derinlik yeter. Şunu hiç konuşmayalım: ne yaparsanız yapın, bir azınlık mensubuysanız, başka bir dindenseniz bazı meslekleri icra edemezsiniz meselesine hiç girmeyelim, çünkü çok yüzeysel kalır.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: kitapta artık kokmayan karanfillerden şikâyetçisiniz... Terasımda kokan bir karanfil var. Bahar geldiğinde sizin için bir saksı hazırlamak isterim. Harika. Demek ki hala bu şehirde kokan bir karanfil var. Çok teşekkür ederim. Çok memnun olurum buna.
NOTOS ÖYKÜ / Sibel Doğan