"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


İnsan İnsanın Cenneti Olabilir

İnsan İnsanın Cenneti Olabilir (mi?)

Bir ‘güvenlik’ alanı olarak duyumsadığımız evlerimize kapanmış durumdayız. Evet, duygu durumumuzla ilgili gelgitler yaşıyor, zaman zaman zorlanıyor, belirsizliğin üzerimize ağır bir bulut gibi çöktüğü bu günlerde yaşam gailesine bir şekilde galebe çalmaya çalışıyoruz. İçeride, aşağı yukarı bunlar olurken dışarıda olup bitene dair göz ucuyla (belki de tüm bedenimizle) gördüklerimizdeki içeriğin/gerçekliğin şiddeti, yani özellikle de ev içinde artan şiddet olayları dolayısıyla sarsılıyoruz. Bir arada yaşamayı öğrenmemiz gerektiğine dair farkındalık yaşamamız gereken bu zorlu süreçte; elle, gözle, ağızla, emojiyle, herhangi bir nesneyle vs. bir başka canlıya karşı uygulanan şiddet olaylarında yaşanan artış bize, ben bu yazıyı yazarken, bahçeme maske ve eldivenlerini atmış olanın ruh halini anlamaya çalışırken (!) fark ettiğim, bir köşeye doğurmuş olan anne kedi ve yavruları için bile sorumlu hissedenlerin daha çok çaba harcaması gerektiği duygusu yaratmak zorunda.

‘Şiddet’ sözcüğü dilimize Arapçadan geçmiştir. Kamus-ı Turkî’de şiddet; sertlik, sert ve katı davranış, kaba kuvvet kullanma olarak açıklanır. ‘Şeddat’, sertlik ve kızgınlığıyla bilinen eski Yemen hükümdarının adıdır. Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ün de ise şiddet; karşıt tutumda, görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma, sert davranma, sertlik olarak açıklanıyor. ‘Şiddet olayları’ için yapılan açıklama şu: insanları sindirmek, korkutmak için yaratılan olay ya da girişimler.

Etimolojik olarak ‘şiddet’i açıklamak kolay. Peki ya, ekonomik, toplumsal, antropolojik, sosyal, psikolojik, biyolojik vs. yönden?

“İnsan neden şiddete eğilimlidir, özellikle de kadına şiddete?” sorunsalı üzerine, düşünme yetisine sahip her canlı kafa yormuştur. Tüm tanımlama çabaları da insanı, bu ‘sorun’ üzerine şu noktaya getirmiştir: “Ben ilkel bir hayvanken şimdi uygar bir insanım. Kadınları diri diri ateşte yakmıyorum, artık zamanımın yüzde yetmişini savaşarak geçirmiyorum, idam tekniklerim çok daha uygar, atom bombasını keşfederek anında ölümü vadediyorum, saldırganlık içgüdülerimle başa çıkabiliyorum ve şiddeti bir kavram olarak tanımlayabiliyorum…”

İnsanın saldırganlığı üzerine tek tek olaylar incelendiğinde saldırganın davranışını gerekçelendirme yetisine sahip olmamız, saldırıyı onayladığımız, onaylayacağımız anlamına gelmiyor elbette ama sorun şu: ya gerekçelendiremediklerimiz? İşte, şiddetin bin bir yüzünden en anlaşılmazı ve şiddet karşısında bizi en dehşete düşüreni bu!

Lise yıllarımda okuduğum ve sonrasında filmi[1] de çekilen ‘Sineklerin Tanrısı’nı okuduğumda insana dair yaşadığım hayal kırıklığını besleyen korkunç duygu; korkuydu. Çiçeği, böceği, ağacı, toprağı, çocuğu, anayı vs. sevme güdüsüne sahip insan yavrusunun öldürme güdüsünü besleyen neydi?   

Sineklerin Tanrısı (Lord of The Flies) romanının yazarı Willam Golding’in 1983 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alması İngiltere’de tepkilere neden olmuştu. Romanda anlatılan şiddet dolu olayların çocuklar tarafından işlenmesi ‘saçmalık’ olarak görülüyordu. Çocukların o naif saflığının kirletildiğini düşünen İngilizler 1990’lı yılların başında ‘Sineklerin Tanrısı’nı gerçekten yaşadıklarında, dehşete kapıldılar. Altı ve sekiz yaşlarında iki erkek çocuğu Liverpool’un en işlek alışveriş merkezlerinden birinde kaybolan beş yaşında bir erkek çocuğunu, annesine götürecekleri vaadiyle, elinden tutup sakince dışarı çıkardılar. Şehir merkezinin biraz uzağındaki bir tren yoluna götürdüler. Ve işkence yaparak öldürdüler. İşkencenin ayrıntıları basına yansımadı ama üst düzey bir polis memuru yüzündeki dehşet ifadesini gizleyemeyerek şu sözcüğü kullandı: “Parçalanmış!”

İngiltere’nin çoğunluğu nasıl tepki vereceklerini bilemiyorlardı ama Liverpool halkı o çocukları ‘parçalamak’ istiyordu. Polisin gözündeki, çocuk katili profili öylesine netti ki, alışveriş merkezinin kamera kayıtları yüzlerce kez incelendiği halde, gerçek katillerin kimliğine inanmakta güçlük çektiler. İki çocuk, psikologlar tarafından haftalarca sorgulandı. Mahkemeye zırhlı bir araçla getirildiklerinde Liverpool halkı, çocukları ‘parçalamaya’ çok istekliydi. Karara varılmadan önce bilim insanları, bu iki çocuğu, beş yaşındaki bir çocuğu öldürmeye götüren nedenleri anlamak için çok uğraştılar. Çocukların aileleri üç kuşak öncesine kadar araştırıldı. Hatta beyin tomografileri çekildi. Ama nedenine dair bir açıklama getirilemedi ve çocuklar ‘toplum için tehlikeli’ bulunarak, ömür boyu çıkmamak üzere, ayrı ve özel hapishanelere kapatıldılar. Ölene kadar bütün insanlardan tecrit edileceklerdi.

Yine Amerikan tarihçisi Christopher R. Browning, ’Gayet Normal Adamlar’ adlı kitabında, yine insanı dehşete düşüren bir olaydan ve olayın dehşetli açıklamasından bahseder. Bir Alman yedek polis birliği, 13 Temmuz 1942 tarihinde Polonya’nın doğusunda bulunan Jozefow kasabasına gelir. Birlikteki adamlar, 1500 Yahudi’yi topladıktan sonra ormana sürer, karın üstü yere yatmalarını emreder ve başlarının arkasından silahla vurarak öldürürler. İnfazı gerçekleştirenler Nazi propagandasına yenik düşen askerler değil, Hamburg’un işçi sınıfından veya orta tabakasının en alt kısmından gelen orta yaşlı aile babalarıdır. Bu 500 adam, ordu için ‘işe yaramaz’ kabul edilerek çürük raporu verilip yedek polis birliğine tayin edilmiş, Nazi katliamlarına katılmama şansı verilmiş adamlardır ve savaşın o korkunç yüzünden de habersizlerdir aslında. Emri alan birlik komutanı Binbaşı Wilhelm Trapp, o günün sabahında adamlarına; “Bu emri yerine getiremeyeceğini düşünen herkes, bir adım öne geçerse, görevden muaf tutulacaktır!” der. Birlikteki 500 adamdan 400’ü bu katliama kendi hür iradesiyle katılırlar. Katliam sırasında bazıları, kadın ve çocukları öldürmeyi reddederken bazılarının da midesi bulanır. Ve 1943 yılının sonbaharına kadar 38 bin Yahudi’nin öldürülmesine ve 45 bininin de Trieblinka’ya sürülmesine yardım ederler.

Hamburg savcılığının 1960’lı yıllarda birlik hakkında açtığı davada bu adamların çoğu, ‘erkekliklerini kanıtlamak’ ve ‘hanım evladı’ olarak anılmak istemediklerini söyleyerek bu davranışlarını açıklamaya çalışırlar. 35 yaşındaki bir metal işçisinin açıklaması da en az diğerleri kadar ilginç: “Sadece çocukları vurmaya özen gösterdim ve bunu başardım… Çünkü kendi kendimi, bir çocuğun annesiz zaten yaşayamayacağı düşüncesine inandırdım.”
 
Elhasıl: insanın doğasında iyi de var kötü de. Ama mesele; karanlığıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunda ortaya çıkıyor.  

Barışçıl duyguya sahip olabilmenin yegâne yolu; sevme yeteneğimizi geliştirmekten ve tek uğraşımızın var olan her şeye karşı sevgi duymaya çalışmaktan geçiyor.

Bir gün annemle sohbetlerimden birinde, anlattığım bir olay üzerine şöyle demiştim: “Bir insan böyle bir şeyi nasıl yapabilir?” Annemin verdiği yanıt, ilk gençlik yıllarım boyunca, beni şaşırtan her insan davranışını anlamlandırma çabama ışık tuttu: “Hiç sevgi görmemiş ki!”

İnsanlık tarihi boyunca eski bir üzüntü kaynağı, insanın insana ettiği zulüm. İnsanlık tarihi kadar eski, insanın insanda açtığı yara. Yanan da insan yakan da. Ateş de insan su da. Melek de insan şeytan da. Ağlayan da insan gülen de…

Dostoyevski diyor ki: “Cehennem, insan yüreğinde sevginin bittiği yerdir. Sartre diyor ki: “İnsan insanın cehennemidir.” 

Her zaman ekleyeceğim oldu buna: İnsan insanın cenneti olabilir ama..!

Horoz ötmese de güneş doğabilir.
 

Şiddet Üzerine Bildiri[2]

Kendi özel disiplinlerimiz açısından türümüzün en tehlikeli ve yıkıcı etkinliğini  ‘şiddet’ ve ‘savaş’ olarak tanımlamanın sorumluluğumuz olduğuna inanarak; tam ve eksiksiz olamayan ya da bütünü kavrayamayan bilim’in, insana özgü bir kültürel ürün olduğunu kabullenerek ve Sevilla kentinin yöneticileriyle İspanyol UNESCO’su temsilcilerinin desteğini şükranla anarak; ilgili bilim dallarının mensubu olan ve aşağıda imzaları bulunan biz akademisyenler, dünyanın her yanından bir araya gelerek, aşağıda yer alan ‘Şiddet Üzerine Bildiri’yi ortaya çıkarttık. Bu bildiride biz, şiddeti ve savaşı haklı kılmak amacıyla bizlerle aynı disipline mensup bazı kişiler tarafından dahi kullanılmakta olan, iddia düzeyindeki bir dizi biyolojik bulguya karşı çıkıyoruz. İddia düzeyindeki bu bulgular, günümüzde, bir karamsarlık atmosferinin oluşmasına katkıda bulunduğundan, biz de bu saptırılmış beyanların açık ve kararlı bir biçimde reddinin, Uluslararası Barış Yılı’na önemli bir katkıda bulunabileceğini ileri sürüyoruz.

Bilimsel kuram ve verilerin, şiddet ve savaşı haklı kılmak amacıyla kötüye kullanılması yeni olmayan ve hatta modern bilimin ortaya çıkışından itibaren süregelen bir yaklaşımdır. Örneğin evrim kuramı, yalnızca savaşı değil, aynı zamanda soykırımı, sömürgeciliği ve zayıfların ezilmesini haklı kılmak için de kullanılmıştır.

Konumumuzu beş önerme biçiminde belirlemekteyiz. Uzmanı olduğumuz disiplinler bağlamında, verimli bir biçimde dile getirebilecek, şiddete ve savaşa ilişkin çok sayıda başka konular da bulunduğunun farkındayız ama, burada kendimizi, önemli bir ilk adım olduğuna inandıklarımızla sınırlıyoruz.

I- Hayvan atalarımızdan savaşmak yönünde bir eğilimi miras aldığımızı söylemek ‘bilimsel olarak yanlıştır!’. Hayvan türleri arasında büyük oranda birbirleriyle dövüşme oluyorsa da, doğal ortamda yaşayan türlerde, tür-içi örgütlü gruplar arasında yıkıma yol açan yalnızca birkaç dövüşme olayı rapor edilmiştir ve bunlardan hiçbirinde silah olarak tasarlanmış aletler kullanılmamıştır. Yırtıcılık içeren ve diğer türleri yemek yoluyla gerçekleşen ‘normal’ bir beslenme eylemi, tür-içi şiddetle eşdeğer olarak kabul edilemez. ‘Savaşmak’, insana özel bir fenomendir ve hayvanlarda bulunmamaktadır.

Zaman içinde böylesine kökten bir değişim geçirmesi gerçeği, savaşçılığın bir kültür ürünü olduğuna işaret etmektedir. Biyolojiyle bağlantısı, öncelikle grupların koordinasyonunu, teknolojinin yayılmasını ve aletlerin kullanılmasını mümkün kılan ‘dil’ aracılığıyladır. Savaş, biyolojik olarak mümkündür ama, gerek varlığı gerekse doğası itibariyle zaman ve uzam içinde çeşitlenmesiyle de kanıtlandığı gibi, kaçınılmaz değildir. Belirli dönemlerde sık sık savaşmış oldukları halde, çok uzun bir zaman hiç savaşmayan kültürler olduğu gibi, yüzyıllar boyunca savaşla karşılaşmamış kültürler de vardır.

II- Savaşın ya da şiddete yönelik herhangi bir davranışın, insan doğasında, genetik olarak programlanmış olduğunu söylemek ‘bilimsel olarak yanlıştır!’ Sinir sistemine bağlı işlevlerin her düzeyinde rol alan genler, ancak ekolojik ve sosyal çevre işbirliğiyle bir gelişme potansiyeli sağlarlar. Bireyler, yaşam deneyimleri sonucunda meydana gelmiş eğilimlerine göre farklılık gösterirler. Bir bireyin kişiliğini belirleyen etken, doğuştan sahip olduğu genetik yapıyla, yetiştiriliş biçimi arasındaki etkileşimdir. Seyrek görülen patolojik durumlar dışında genler, şiddete eğilimli bireyler oluşturmazlar, veya bunun tam tersi, genler şiddete eğilimi olmayan birey de üretemezler. Davranış kapasitelerimizin oluşturulmasında yardımcı bir rol oynamakla birlikte genler, sonucu kendi başlarına etkileyemezler.

III- İnsanın evrim sürecinde,  saldırgan davranışlarında, diğer davranışlarından daha fazla bir ayıklanma olduğunu söylemek ‘bilimsel olarak yanlıştır!’ Üstünde kapsamlı bir araştırma yapılmış bütün türlerde grup içindeki statü, işbirliği yapma yetisi ve söz konusu grubun yapısına uygun sosyal işlevlerin bütünüyle yerine getirilmesi ile elde edilmektedir. ‘Başatlık’ sosyal bağlantılar ve sıkı ilişkiler gerektirir; saldırgan davranışlar da içermekle birlikte, basit bir sahiplenme ve üstün bir fiziki güç kullanma meselesi değildir. Hayvanlarda, yapay olarak saldırgan davranış için genetik ayıklama uygulandığı hallerde bu, süratle, hiper saldırgan bireylerin üremesine yol açmaktadır. Bu da, doğal koşullarda saldırganlığın öne çıkan bir ayıklamaya tabi olmadığına işaret etmektedir. Böyle deneysel olarak üretilmiş hiper saldırgan hayvanlar bir sosyal gruba sokulduklarında, ya sosyal yapıyı parçalamakta ya da grup dışına atılmaktadırlar. Şiddet, ne bizim evrimsel mirasımızda vardır ne de genlerimizde.

IV- İnsanların ‘şiddete yönelik bir beyin’e sahip olduğunu söylemek ‘bilimsel olarak yanlıştır!’ Şiddet doğrultusunda etkinlik gösterebilen sinir sistemimiz, iç ya da dış dürtülerle otomatik olarak harekete geçmez. İnsana özel gelişkin sinirsel süreçler bu dürtüleri, bizi harekete geçirmesinden önce filtrelerler. Nasıl hareket ettiğimiz, nasıl koşullandığımız ve sosyalleştiğimizle biçimlenir. Nöro-fizyolojimizde bizi şiddet doğrultusunda tepki vermeye zorlayacak hiçbir şey yoktur.

V- Savaşın ‘içgüdü’den ya da herhangi tek bir güdülenmeden kaynakladığını söylemek ‘bilimsel olarak yanlıştır!’ Modern savaş tekniklerinin ortaya çıkışı, duygusal ve bazen ‘içgüdü’ olarak da adlandırılan güdüsel unsurların önceliğinden, düşüncel unsurların önceliğine doğru bir yolculuktur. Modern savaş, boyun eğme etki altında kalma ve idealizm türünden kişisel karakter özelliklerinin, dil türünden sosyal yeteneklerin ve hesaplama, planlama ve enformasyon elde etme türünden akılcı yaklaşımların kurumsal olarak kullanımını gerektirir. Modern savaşın teknolojisi, hem fiilen savaşanların eğitiminde hem de nüfusun genelinin savaşı desteklemesi için hazırlanmasında, şiddetle ilişkili özellikleri aşırı ölçüde abartmıştır. Bu aşırı abartmanın bir sonucu olarak bu tür özellikler, çoğunlukla yanlış bir biçimde, sürecin sonuçları olarak değil de nedenleri olarak değerlendirilmektedir.

Vardığımız sonuç, biyolojinin insanlığı savaşa mahkûm etmediği ve insanlığın biyolojik karamsarlık bağlayıcılığından azade kılınabileceğidir. Tıpkı ‘savaşın insanların beyninde başlaması’ gibi barış da beyinlerimizde başlar. Savaşı icat eden tür, barışı da icat etme yeteneğine sahiptir.


[1] İlki 1963 yılında Peter Brook’un çektiği filmdir. Siyah beyaz olarak çekilen bu filmin kitaba daha sadık olduğu belirtilmektedir. 
1990’da da yönetmen Harry Hook tarafından ikinci kez filme çekilir. Renkli olan bu film ilki kadar başarılı bulunmaz.

 
[2] Medicine and War, Vol.3, 191-193, 1987 / Yapı Kredi Yayınları için İngilizce’den Çev.: Bahar Öcal Düzgören