Korona Günlerinde İnsan ve İyi ve Kötü Yönetimin AlegorisiAile ve çocuk hukuku hocam, Ambrogio Lorenzetti’nin Palazzo Pubblico Freskleri: İyi ve Kötü Yönetimin Alegorisi
[1] ve Etkileri’ni (1337-1340) anlattığında, aklımdan ilk geçen; siyasi yazılar yazdığım dönemde öğrenmiş olsaydım kesin kullanırdım, olmuştu. Lorenzetti’nin fresklerini, Koronavirüs ve kötülüğümüz üzerine yazacağım bir yazıda kullanacağım aklımın ucundan bile geçmemişti.
14. yüzyılda şehir devletlerine bölünmüş durumda olan İtalya’nın Siena kenti, eskiden bir şehir devletiymiş, kendi hükümeti varmış ve çok zenginmiş. Hatta zenginliği, “papaların bankerleri” denerek ifade bulmuş. Siena’nın diğer güç odağındaysa –malumunuz olduğu üzere- kilise varmış. Palazzo Pubblico, yani belediye binasının odalarından birinde, şehrin yöneticileri, yani ‘Dokuzlar’ toplanırmış. Bu odada, Ambrogio Lorenzetti’nin, ‘Kötü Yönetim’ duvarındakiler yıpranmış olsa da hâlâ görebileceğiniz, şehrin yöneticilerine iyi ve adil olmaları gerektiğini ve bu şekilde davranmadıklarında baş gösterecek olan tehlikeleri anlatmak üzere yapmış olduğu fresk serisi bulunuyor. Odanın pencerelerinin bulunduğu duvarın karşısında “İyi Yönetimin Alegorisi”, sağında, “İyi Yönetimin Şehir ve Ülke Üzerindeki Etkileri” ve sol tarafında ise tiranların, gücü ele geçirmesi durumunda olacakları anlatan “Kötü Yönetimin Şehir ve Ülke Üzerindeki Etkileri” isimli freskler bulunuyor ve Dokuzlar bu odaya, ‘adalet’ figürünün tam altındaki kapıdan giriş yapabiliyor.
İyi Yönetim Alegorisi’nin olduğu duvarda bulunan ‘Adalet’ figürü, hemen yukarısında bulunan önemli bir figüre, ‘Bilgelik’ figürüne bakıyor. Adalet figürünün iki elinde birer terazi ve terazilerin üzerinde de birer melek bulunuyor. Sol taraftaki melek, ‘ödül’ formunda adalet dağıtırken sağ taraftaki melek, suçlu birinin başını keserken, yani ‘ceza’ verirken görülüyor. Bu terazilerin ikisinden de birer ip; hemen aşağıda, kucağında, yontmak için kullanılan bir çeşit marangozluk aletiyle oturmakta olan ve üzerinde “Concordia (uyum/anlaşma) yazan bir figürün eline uzanıyor. Bu şekilde, toplumun çeşitli katmanları arasında eşitlik yaratılmış olduğu anlaşılıyor. Meleklerden uzanan iki ip, bu figürün elinde birleşerek Siena halkını temsil eden ve ayakta duran figürleri sarmalıyor. İpi takip ettiğimizde, yukarıya doğru uzanıp en büyük figürün, iyi yerel yönetimin kişi olarak tasvirinin elinde olduğunu fark ediyoruz. Bu figürün yanlarında da birtakım erdemlerin kişileştirilmiş figürleri bulunuyor. Sol tarafta, odaya da ismini veren ve uzanmış, dinlenmekte olan ‘Barış’ figürü bulunuyor. Onun yanında; ‘Dayanıklılık‘, ‘Sağduyu‘, ‘Adalet‘, ‘Uyum‘, ‘Tahammül‘, ‘Cömertlik‘, ‘İnanç‘, ‘Umut‘, ‘Hayırseverlik‘ figürlerinin hepsi çalışıyor olarak tasvir edilmiş şekilde görülüyor. Yani Barış dışında tüm erdemler uyum içinde çalışıyor ki barış olabilsin! Dinlenmekte olan Barış figürünün kolunun altındaki minderin altında oksitlendiği için siyahlaşmış olan zırhı duruyor. Tüm erdemler çalışıyor haldeyken bir zırha niye ihtiyacı olsun ki!
İyi Yönetimin Ülkedeki Etkilerini tasvir eden ve Ortaçağ’da yapılan en büyük boyutlu şehir resminin olduğu diğer duvarda ise günlük yaşamı görmek mümkün. Konu, din dışı. Bu önemli, çünkü o dönemin tüm sanat eserlerinde etkisi büyük olan İncil’in hâkimiyetini burada göremiyoruz. Tasvirde yoksulluk yok, ticaret gelişmiş, sanat ve kültürün etkisi altında, refah içindeki insanlar cennet bahçesinde gibi. Her zaman doğada tasvir edilen cennet, bu duvarda, ütopik bir şehirde kendini gösteriyor. Şehri insanlar, insanlığın değerleriyle yönetiyor. Bir grup öğrenci ders dinliyor. Bir dükkânda ayakkabı ve çorap satılıyor. Et satılan bir dükkân, bina inşaatlarında çalışan kadınlar ve erkekler var. Pencerelerden birinden sarkan ve dışarıyı izleyen kadının, muhtemelen evinin diğer penceresinde saksıda bir çiçek görülüyor. Duvardaki en büyük figür grubunda kadınlar var ve dans ediyorlar. Dersteyken en çok dikkatimi çekenlerden biri de bu grup olmuştu, çünkü tüm bu fresk grubunun açıklamalarında dikkatlerden kaçan ve anlatılmayan bir şey vardı: Kadınların giysilerinin kumaşlarında resmedilen desenler… Bazıları yıpranmış olduğu için anlaşılamıyor olsa da kadınlardan birinin üzerindeki geometrik şekillerin olduğu giyside, yusufçuk figürü dikkat çekiyor.
[2] İyi yönetimin gereği olan barış ve refahı en çok bu figür grubunun temsil ettiği söylenebilir.
Geçenlerde, yeni kurulan partilerden biri, programını açıklarken yönetimde kalma süresini 10 yılla sınırladıklarını (!) söylediklerinde aklıma bu freskler gelmiş, gülmüştüm. Çünkü iyi yönetimin gereği olarak Siena, dokuz kişiden oluşan bir konsey tarafından yönetiliyor ve yolsuzluktan korkulduğu için şehir konseyinin tüm üyeleri sadece iki ay görevde kalabiliyor.
Peki, adaletin yoldan çıktığı kötü yönetimi tasvir eden sağdaki duvarda neler oluyor dersiniz? Adaletin karşısında bulunan bu duvardaki boynuzlu ve pençeli figür, insan kılığında bir şeytan gibi görünüyor (burası önemli çünkü şeytanı dışarıda aramaya gerek yok, şeytan; aslında insanın ta kendisi) ve hemen arkasında, “Zorba Hükümet Tiranı” yazıyor. Adaletin yanındaki erdemliliği ifade eden figürlere karşılık, zorba hükümetin yanında bulunan ve egonun kötü huylarını (“İyi huyları var mı ki?” diye sorabilirsiniz. Yanıt veriyorum: Yok!
[3]) temsil eden figürler ise ‘Boş gurur‘, ‘Gurur‘, ‘Para tutkusu‘, ‘Acımasızlık‘, ‘İhanet‘, ‘Hilekârlık‘, ‘Öfke‘, ‘Bölücülük‘, ‘Savaş‘. Bunların altında iplerle bağlanmış durumda olan ve yüzünden üzüntüsü okunan ‘Adalet‘ figürü görülüyor. Bu duvardaki figürler yıpranmış olduğu için görebildiğimiz haline bakarak kısaca şunu söyleyebiliriz: Nerede iyi yönetimdeki şehir, nerede bu şehir? Tarlalar yanmış, şehir yıkılmış, yanan evlerden alevler yükseliyor. İki adam, suçlu olduğu anlaşılan bir kadının koluna girmiş götürürken hemen ayaklarının altında, göğsünden kan damlayan ve yerde yatmakta olan biri görülüyor. İnsanlar korku içinde. Tüm manzaraya, kötü bir hayaleti andıran ve bir elinde simsiyah bir kılıç, diğer elinde bir kâğıt bulunan ‘Terör’ figürünün gösterdiği yazıda da belirtildiği üzere, terör hâkim: “Bu şehirde, her biri kendi iyiliğini düşündüğü için Adalet Tiranı’nın eline düşüyor; bu yüzden, kimse korkmadan bu yollardan geçemiyor, çünkü şehrin içinde ve dışında hırsızlar var.”
Bu oda, Siena şehri yönetimine hem fırsatı hem de tehdidi gösteriyor. Ahlaklı olmaya en çok ihtiyaç duyulan yerde, ‘Güvenlik‘i temsil eden melek, önemli bir mesaj veriyor: “Bu halk bu hanımefendiyi güçte tuttukça, korku olmadan herkes özgürce gezebilir, ekip biçebilir, çünkü o, kötülüğün bütün gücünü elinden aldı.”
Virüsten İlaç YapmakÇin ve Orta Asya’da başlayıp mancınıklarla kente atılan vebalı cesetler yoluyla Avrupa’ya da yayılınca, 1347 ve 1351 yılları arasında kara veba’dan ölenlerin sayısı 25 milyonu buldu. İtalyan yazar Boccacio, Decameron adlı eserinde salgını yaşadığı o günleri şöyle anlatıyor: “Babalar oğullarını, anneler bebeklerini terk ediyor, hizmetçiler hanımlarından kaçıyor, noterler ölülerin son arzularını kaydetmekten vazgeçiyor, doktorlar, rahipler ve rahibeler hastaları ziyarete gitmiyorlardı. Kimse Hristiyan usullerine göre gömülemiyordu, evler birer mezarlığa dönüşmüştü. Öğle yemeğini arkadaşlarıyla yiyen biri, akşam yemeğinde ataları ile cennette buluşuyordu.”
Fransa Kralı VI. Philippe, salgının nedenini sorduğunda, Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki doktorlar tarafından, günler süren tartışmalardan sonra yapılan açıklamada hastalık; "Satürn, Jüpiter ve Mars’ın 20 Mart 1345 tarihinde kova takımyıldızı ile 40 derecelik ters açı yapması"na bağlanmıştı. O dönem ne bilsin gariplerim virüsü... İşte tam burada, hijyen konusunda ilerleyen, virüslerin varlığını keşfeden insanlık, şimdi yazacaklarım konusunda yerinde saydı: Kilisenin de etkisi hepinizin malumu, yıldızlardan sonra; Hristiyanlıkla bağdaşmayan hayatları, seksi ve banyo alışkanlıklarını (çok fazla meşgul olunuyormuş banyo yapmakla), dünyanın her tarafına rüzgarlar yoluyla dağılan iğrenç kokuları, depremler sırasında dünyanın derinliklerinden yüzeye çıkan ve yayılan çürümüş havayı gerekçe gösterdiler. O sırada halk; şifalı bitkiler, okunmuş taşlar ve mucizevi şarkılar yoluyla bu kara veba şeytanını başlarından savmaya çalışıyor, kendilerini zincirlerle döverek şehirleri dolaşan bazı gruplar halkı, salgının sorumluları olarak gördükleri Yahudilere karşı uyarıyorlardı.
[4] (Yeterince tanıdık mı?!)
Salgında beş çocuğunu ve karısını kendi elleriyle gömen İtalyan Agnolo di Tura salgını şu cümlelerle anlatıyor: "Siena’da ölüm, mayıs ayında başladı. Merhametsizce ve vahşice. Bu acıyı gören herkes şaşkına dönmüştü. Bu iğrenç gerçeği dillendirmek imkânsızdı. Gerçekten bu vahşeti görmeyenler kutsanmış sayılabilirlerdi. Vebaya yakalananlar çok çabuk öldüler. Koltuk altları ve makat bölgeleri şişti ve konuşurken öylece yere yığıldılar. Baba, oğlunu terk etti; karı, kocasını; kardeş, kardeşi. Hastalık, solunumu ve görmeyi etkiledi. Ve sonunda hepsi öldü. Hiç kimse ölülerini bir başkasına gömdüremedi; ne arkadaşına ne de parasına. Kendi yakınlarını kendileri gömdüler, papaz olmaksızın, kazı elemanları olmaksızın. Siena’da büyük hendekler kazıldı, derin hendekler. Ve ölüler, toplu toplu atıldılar o hendeklere."
COVID-19, yani bir bira markası adı olan Koronavirüs’le ilgili gelişmeler evet, bir veba gibi üç ay içinde bu hale geldi. Şu son günlere kadar grip türevi bir mikrobun, biz gelişmişleri (!) AVM’lerden alıkoyup evlerimize hapsetmesini bir kenara bırakın; havaalanlarını kapattırıp havacılık sistemini bitme noktasına getireceğine, hisse senedi piyasalarını tarumar edeceğine, OPEC ve Rusya arasında petrol fiyatı savaşı başlatacağına (bunu belki tahmin edebiliyorduk), dünyadaki okulları ve üniversiteleri kapatacağına, spor müsabakalarını, uluslararası kongreleri iptal ettireceğine, dünya liderlerinin büyük egolarını internete sıkıştıracağına, en önemlisi de giriş çıkışa kapatıldığı halde ülke sınırlarını ortadan kaldıracağına inanır mıydık? Doğanın bize doğal afetlerle yaptıramadığını, küçücük bir virüs yoluyla yaptıracağını; yani sınırları ve güç dengelerini altüst edeceğini kim aklına getirirdi? Sınırlarda mültecilere uygulanan insanlık dışı muamelenin bu virüs söz konusu olduğunda anlamsızlığını havsalamız alıyor mu? Virüs bize, tüm güvenlik önlemlerinin, hâkimiyet için çevrilen türlü dolapların, doğa bize müstehzi bir gülüşle parmak atmaya kalkıştığında çöpe dönüştüğünü gösteriyor. Dünya savaşlarından beri insanlığa, öğrenmemiz için tanıdığı şansı değerlendirmek için çok mu geç? Yani virüsü insanlık yararına kullanabileceğimiz bir ilaca dönüştürmek için eline bir de sopa almasını mı bekleyeceğiz?
Günün birinde köye gelen bir adam, köyün yaşlı bilgesi olan Sufi üstadı görmeye gider. “Buraya taşınmayı düşünüyor ve komşuluk ilişkilerini merak ediyorum. Bana buradaki insanlardan bahseder misiniz?” der. Sufi üstat adama; “Bana geldiğin yerdeki insanların nasıl olduklarını anlat.” karşılığını verir. Ziyaretçi; “Ah, onlar soyguncuydu, yalancıydı, eşkıyaydı.” der. Yaşlı Sufi; “Burada yaşayan insanlar da aynen öyle” diye cevaplar adamı. Ziyaretçi köyü terk eder ve bir daha hiç gelmez. Yarım saat sonra, köye bir başka adam girer. Sufi üstada giderek; “Buraya taşınmayı düşünüyorum. Bana burada yaşayan insanları anlatır mısınız?” der. Sufi üstat yine; “Bana, geldiğin yerdeki insanların nasıl olduğunu anlat” der. Ziyaretçi; “Ah, onlar tanıdığım en nazik, en kibar, en merhametli, en sevgi dolu insanlardı. Onları çok özleyeceğim.” deyince Sufi üstat; “Burada yaşayan insanlar da aynen böyle.” der.
Dünya böyle, çünkü biz böyleyiz. Ben dâhil, hepimizin fark etmesi gereken içimizdeki kötülük. Kötülükten kastımı somut örneklerle açıklamalıyım: Yurt dışındaydım ve döneli birkaç gün olmuştu. Türkiye’de virüsün görüldüğü açıklandığında ‘karantina sürem’ bile dolmamıştı. İnternetten maske sipariş vermek üzere bakındığımda en iyi markanın orta derece bir maskesinin fiyatı 40 liraydı. Belki başka şeyler de eklerim siparişe, deyip beklettiğim sürede, evlere kapanırsak cesedim güzel olsun diyerek kuaföre gittim! Oradayken içeri maskeyle giren bir kadına kuaför; “Ne o, korktun mu?” dediğinde, aldım o lafı ve oluşturduğum yeni gerçeklikle siparişimi onaylamaktan vazgeçtim. Tam iki gün sonra o 40 lira, 200 liraya fırlamıştı. Ve o arada aklımdan geçenleri söyleyeyim: “Uzun zamandır eve alışveriş yapmıyorum, gidip biraz makarna, un filan mı stoklasam?!”, “Yurt dışı seminerlerim iptal oldu, tüh, gitti paralar!”, “Neyse ki kolonya seviyorum, evde bir süre yetecek kadar kolonya var.”, “Alkol lazım olursa filmlerdeki gibi, evdeki viskiyi kullanırım, açık yara filan olmaz herhalde, yaraya dökünce çok acır mı?” (Önemli not: Jet sosyete de, bazılarının düşmanlaştırdığı Nişantaşı sakini de değilim.) Aklımdan geçenleri çoğaltabilirim ama gerek yok, demeye çalıştığım şey şu: Kabul edelim, farkında olsak da olmasak da kötüyüz. Doğamızda kötülük var ve önemli olan o kötülükle ne yaptığımız! Okullar tatil edildiğinde, çocukların sınav kaygılarını gidermeleri için ücretsiz olarak vereceğim dersin bile iptal edilmesine gerek olmadığının hesabını yaparken hangi iyi ve iyiliksever hücrem devredeydi acaba? (İnsanlığı gömmeye başlamadan önce kendime vuruyorum kazmayı, samimiyetimin derecesini tayin edebilesiniz diye.)
Biz, marketleri yağmalayanların, bir gün önce 40 lirayken 200 liraya fiyat artıranların, kimsenin yüzüne bakmadığı kolonyayı bin liraya satmaya kalkışanların kötülüğünü; Taybet Ana’nın cansız bedenini köpekler parçalasın diye sokakta bıraktıranlardan, sokak hayvanlarını yapıştırıcıyla kaldırıma yapıştıranlardan, insanları diri diri yakanlardan, kadın cinayetlerinden, toplu taşım araçlarında sarılan çiftlere saldıranlardan, eşini ev harçlığı vermeyerek terbiye etmeye çalışanlardan, villa yapmak için orman yakanlardan, tankla çocuk ezenlerden, savaştan kaçan insanları aşağılayanlardan/evlerini taşlayanlardan, engelli insanlara, çocuklara tecavüz edenlerden… biliyoruz aslında. Biz bu haldeyken doğa bizi, nasıl sarıp sarmalasın! ‘Biz’ diyorum çünkü görünenin ve sanılanın aksine birbirimize bağlıyız. Evet, Antarktika’dakiyle de…
Ama ana meselemiz şu: Koronavirüs, Ambrio Lorenzetti’nin de ta 14. Yüzyılda vurgusunu yaptığı iyi yönetimin, yaşamlarımıza nasıl yansıyacağı üzerinde tüm siyasi, felsefi, sosyolojik argümanlara sahip olsak da çocukluğumdan beri tartışıldığını sandığım zamanlar geride kalınca, neredeyse Hz. Âdem’den beri tartışıldığını anladığım sıkıntıları yaşıyoruz. İnsan için, insanı öteleyerek üretilen tüm fikirlerin, ideolojilerin, sistemlerin yaşadığı ve yaşattığı problemler ortada. Wuhan’dan yayılan Koronavirüs, İtalya’da okumakta olan çocuğumuzu öldürebildiğinde insan ırkı olarak birbirimize bağlı ve bağımlı olduğumuz –sonuçları itibariyle- acı gerçeğini fark etmeye zorlarken bizi, ülkelerin su savaşlarını da (geliyor gelmekte olan), petrol savaşlarını da, güç savaşlarını da durdurmasını, yalnızca bir kez işbirliği yapması ve virüsün yayılmasını durdurmak için kolektif eylemlerde bulunabilmesini istemiyor, İtalya’nın yardım çağrısına 7 bin küsur km öteden gelip tecrübesini desteğine ekleyen, Ebola salgınında da Afrika’ya en önde giden Çinlileri duyunca, beslenme rejimleriyle dalga geçtiğimizi unutup sevinmiyor muyuz? Evlerinde kapalı kaldıklarında komşularına motivasyon olsun diye balkonlara çıkarak şarkı söyleyen İtalyan komşularımızın görüntülerini izlediğimizde içimiz ısınmıyor mu? Özlememiş miyiz birlik olmayı, tek başımıza tıkıldığımız hücre gibi evlerden ve işlerden ibaret hayatlarımızın dışına çıkıp hayata birlikte dokunmayı? İtalya’da balkonlarda şarkı söyleyenlerin görüntülerini sosyal medya hesaplarımdan birinde paylaştım ve adını ilk defa gördüğüm birinin paylaşımıma yaptığım yorum bile, sadece bu bile anlatıyor, kara veba sandığımız virüsün nasıl ilaca dönüşebileceğini… “Corona sayesinde düpedüz komşuluklar keşfedildi Avrupa’da. Ot sattığını düşündüğüm karşı komşumla nasıl yapmalıyız, karantina sırasında diye muhabbet başladı şu an. Bütün apartman ilk kez karşılaşıyoruz çöp odasında. İnanılmaz bir dayanışma ağı… Kapitalizmi sarsacak tek şey bu bencillikten ve bireycilikten kurtulmaktır ancak.”
Dünyanın dört bir yanındayken bile ve bunu duymak istemesek de, birbirimizden sorumlu olduğumuz gerçeğiyle yüzleşirken aklımıza geriye dönük getirdiklerimiz neler? Yıllar boyu, aşırı tüketim nedeniyle gezegenimizi tahrip ettiğimiz; doğal kaynakları açgözlülüğümüzle sömürüp dünyanın bir bölgesi aşırı tüketiyor diye, bir başka bölgesi açlık çekerken en sevdiğimiz eğlence haline gelen alışveriş çılgınlığını azaltmadığımız ve yapılan tüm uyarılara kulak tıkadığımız için doğa bizi hafif bir şekilde uyararak durmamız için ikna etmeye çalışıyor ve diyor ki; düşün! Düşün ve harekete geç! Ne alışveriş, ne eğlence, ne Roma’da bir fıskiyeden akan suya aşk için dilek parası atacağız diye yaptığımız uçuşlar... Evlerimizde küçücük bir mikroorganizmadan korunmak için saklanırken başkalarına olan bağlılığımız ve onların bize olan bağlılığı hakkında düşünelim. Düşünüyorum, öyleyse hayattayım! Hayata dokunabilmemin ve daha ne kadar ve güzel dokunabileceğimin yollarını düşünebilmemin ilacı şu an: Koronavirüs. İlacı alıp buzdolabında tutmak da, düzenli olarak kullanıp hastalıktan kurtulmak da bize bağlı. Virüsün, yani doğanın, düşünmemiz ve eyleme geçmemiz için bize sunduğu nazik fırsat yerine, daha korkunç şekillerde de buna zorlanabilirdik. Çernobil’deki gibi bir nükleer felaketle veya Fukushima’daki nükleer santralini harap eden bir depremle ya da Ebola’nın daha bulaşıcı hale gelmesi ve insanlığın yarısını yok etmesiyle de uğraşıyor olabilirdik. Doğa bize, insanlığın tamamen yok olmasını sağlayacağı, bizim hayal bile edemeyeceğimiz milyonlarca şey yapabilirdi. Ama öyle yapmadı; bize, nasıl yaşadığımızı ve ortak evimiz olan gezegene ve üzerinde yaşam sürenlere karşı nasıl daha sorumlu bir şekilde davranmaya başlamamız gerektiğini düşünme ve harekete geçme fırsatı verdi, veriyor.
Şimdi, doğanın bu nazik davetini geri çevirmeyip birbirimizi önemsemeyi öğrenmek için, birbirimize yardım etme vakti. Hepimiz aynı gemiye sıkışıp kaldık. Aynı gemide tek başımıza deneyip duruyoruz ve deneyimlerimiz bize öğretti ki yalnız denediğimizde hiçbir şey gerçekleşmiyor. Tıpkı Japonya’daki virüslü Diamond Princess ve California’daki Grand Princess’deki yolcular gibi, hayat ne kadar zorlarsa zorlasın, hepimiz karşılıklı sorumluluğu benimseyebilir ve daha dengeli, düşünceli, saygılı bir yaşam tarzı inşa edebiliriz.
Başa dönecek olursam; iyi yönetim, gökten zembille indirilmiş yöneticiler vasıtasıyla gerçekleşmiyor. Öyle olsa, iki ayda bir yönetici değişikliğine gidilir miydi? İnsanın, fırsat eline geçtiğinde içindeki kötülükle sevgili olmasının önüne geçmek üzere, insanın kötü olduğunu kendi kötülüğünden bilenlerin aldığı önlemlerle engellemeye çalışmasından da anlayacağımız üzere, nasıl yönetileceğini seçen/seçebilecek insanlarız. “Yenidünya düzeni” –kötü yönetimin- planladıklarının aksine, Kapitalizmin yıkılmasıyla oluşacak ve bu, meselâ (sevin ya da sevmeyin);
Žižek’in de ifade ettiği Komünizm neden olmasın?
[5] Yalnız burada dikkat edilmesi gereken tek nokta; sanılanın aksine, tarih bu noktada tekerrür etmek zorunda değil; deneyimler, öğrenilmesi gerekenlerin öğrenilip alınan derslerle eksikliklerin giderilerek daha iyisinin gerçekleştirilmesi için önemli.
Sen, oradaki! Duydum ne dediğini: “İyi de, kötü yöneticileri biz mi seçiyoruz?!” Evet, sevgili kardeşim; sen, ben, yanı başımızdaki seçiyor. Ben kırk yıllık dostumla bile bir acı kahve sohbetini beceremiyor, karşımdaki insanı nasıl dinleyeceğimi bilmiyorsam, o derdini anlatırken akşam ne pişirsem diye düşünüyorsam, yanından ayrılır ayrılmaz, AVM olmasa bile mağaza mağaza dolaşıyorsam, eve gider gitmez eşime, dostumla yaptığım sohbetten aldığım egoma dokunan izlenimlerle güya iyiliği için konuşuyormuşum gibi yapıp dedikodu malzemesi olarak kullanıyorsam, telefonum daha paramparça olmadan yan masadakinin alengirli telefonunu kesiyorsam, tamam hadi, bu yazıyı okuyorsam kolonyayı yüzde bin zamla satanlardan değilimdir ama satan hakkında sadece konuşup önleme çabası içine girmiyorsam, trafikte içimden bir canavar çıkıyor önüme gelene bağırıp çağırıyorsam, sınıfımda ‘Çocuk Hakları Beyannamesi’ okuyup bir saat sonra öğrencimi omzundan tutup silkeliyorsam, kendi çocuğum için istediğimi komşunun o ‘yaramaz’ dediğim çocuğuna istemiyorsam ama teneffüslerdeki küçük sohbetlere “dünyanın tüm çocukları benim çocuğum” cümlesini sıkıştırırken farkında olayım ya da olmayayım “ne kadar harika bir insanım” demeye çalıştığımı fark etmiyorsam, mükemmel sistemi oluşturmak için fabrikalarda örgütlenme faaliyeti yürütüp en küçük örgütümdeki eşime, hadi fiziksel demeyeyim, duygusal şiddet uyguluyorsam, benim oy vermediğim partiye oy veren müstahdemin verdiği oyu beğenmediğim için eğitimsizliğiyle dalga geçiyorsam, insanları kategorize ediyorsam…; 50 yıl sonra -bu zamanda her şey daha hızlı olduğu için 10 yıl sonra diyeyim-, oksitlenecek, “kötü insan freski”ni yapmaya talibim kardeşim. Ben bu kadar kötüysem, ‘yönetici’ olarak tepeme oturacaklar iki ayda bir değişse ne olacak, koltuğuna kazık çaksa ne?! Suçlayacağım, beni yönetenler değil, bana ve çevremdekilere kötülük saçtığının farkında bile olmayan egom.
Platon bir gün, ülkenin en büyük bilgesinin yanına gider ve;
"Sen bu dünyanın en bilge kişisisin. Hayata dair her şeyi bilirsin. Bana öyle bir anahtar ver ki bütün kapıları açmamı sağlasın." der.
Bilge, Platon’a döner ve; "Bu yükü taşıyabileceğinden emin misin?" diye sorar.
"Evet" der, Platon; "Lütfen bana dünyanın en büyük hazinelerine ulaşmamı sağlayacak sırrı ver."
"Bunu bilmek, sana çok büyük bir sorumluluk yükleyecek." der, Bilge. "Bu sırrı öğrendiğinde, artık bunu saklayamazsın. Bunu yapman gerekecek. Eğer sırrı öğrendikten sonra uygulayamazsan, o zaman sır, seni yavaş yavaş yıkıma götürecek. Bu çok kritik bir karar anı senin için, çünkü hem hazineyi hem de zehri tercih edebilirsin. Bunun için hazır mısın?” diye ekler.
"Evet" der, Platon; "Bu sırrı taşımaya hazırım. Sırrı kullanacağıma dair yemin ederim sana. Eğer kullanmazsam, başıma gelecekleri kabul ediyorum."
"O halde, yaklaş yanıma. Kulaklarını dört aç ve beni dinle. Sana dünyanın en büyük sırrını veriyorum." der, Bilge ve Platon’a büyük sırrı verir.
"İşte bu!” der, “Dünyanın en büyük sırrı. Sana bütün hazineleri verecek olan sır."
Platon şaşkın; "Ama bu çok basit." der.
Bilge, sırrı bu defa haykırır: "Yap..! Soru yok, yorum yok, endişe yok. Yalnızca yap. Eğer muhteşem bir yaşam istiyorsan, o zaman git ve yap."
Platon, bir şeyler söylemeye çalıştıkça, şaşkınlığını dile getirmek istedikçe, Bilge onu susturur ve "Yap!" diye haykırır. Platon, sırrı öğrenmiştir. Artık dünyanın en büyük hazinesine sahiptir. Sadece gider ve yapar.
Şimdi bu sırla ne yapmak istiyoruz? Doğanın, bozduğumuz dengesini her anlamda yeniden sağlayabilmek üzere; birbirimizle en iyi nasıl bağ kuracağımız, egomuzun aslında ne menem bir şey olduğunu anlayıp kendimize ve doğaya ne yaptığını fark edeceğimiz, kendi egomuzu yönetmeye başlayınca seçeceğimiz yöneticileri de yönetebileceğimiz, su alan geminin deliklerini tıkayabileceğimiz, hatta yenisini inşa edebileceğimiz; herkes için, ’ütopya’ diyebileceğimiz bir hayatı inşa etmek için yapabileceğimiz her şeyi ama her şeyi yapmak mı? Küçük bir virüs nedeniyle boğularak ölmek mi?
Başarabilir miyiz? Sizin bir parçanız olan ben’im fikrimce: Evet.
[1] Fikirleri simgeleyen figürler demektir ve manevi nitelikteki soyut kavramların somut bir yolla tasvir edilmesini ifade eder. Bunun örneklerini Giotto, Laurent de la Heyre ya da Bronzino gibi sanatçıların eserlerinde de görebiliriz. [2] Antarktika hariç, dünya kültürlerinde farklı farklı ve pozitif anlamlarda kullanılsa da Ortaçağ Avrupa’sında büyük bir öneme sahipti ve negatif bir anlam içermekteydi. Yusufçuklar için de Ortaçağ’ın karanlık dönemleri zor geçer; çünkü o dönemlerde şeytan ve cehennemle ilişkilendirilirler. ’Şeytanın İğnesi’ olarak ifade edilerek, dünyaya kaosu ve kötülüğü getirmek üzere Lucifer tarafından gönderildiklerine ve su kenarlarında ölen insanların ruhlarını alacağına ve ruhun iyilikleri ve kötülüklerinin oranlarına bakıp Lucifer’e gönderilip gönderilmeyeceğine karar verdiklerine inanılır. Bu nedenle 13. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar öldürülürler. Lorenzetti’nin bu figürü kullanmasındaki amaçla ilgili literatürde, ‘böcek’ denerek yapılan açıklamalar dışında herhangi bir bilgi bulamadım ancak öte âlemle ilişkilendirilişini, özellikle de, fresklerin tam karşısındaki Simone Martini tarafından, Duccio’nun Maestası (İtalyanca majesteleri demek ve Meryem Ana’nın kucağında İsa Peygamber’le yapılmış resimlerine bu isim veriliyor) örnek alınarak yapılan, kucağında İsa Peygamber’le oturmuş olan Meryem Ana’nın maestasının tam karşısında bir kadının kıyafetinde kullanılmış olmasını anlamlı buluyorum. [3] Freud’a göre id ve süperego arasındaki çatışmayı çözümlüyor olsa da, neticede yaptığı; kişinin kendi çıkarı için en uygun olanı ortaya çıkarmak. [4] Gelişim kuramcısı Jean Piaget, çocuğun gelişimini evreler halinde açıklayıp 7-11 yaşlarını kapsayan ‘Somut İşlemler Dönemi’ için bir de; insanların %70-80’inin gelişiminin hâlâ bu evrede olduğunu ve ‘Soyut İşlemler’ evresine insanlık olarak henüz geçemediğimizi söyler. Gelişim Psikolojisi dersime giren Cengiz Poyraz hocam da ekler: "Bunu, Aziz Nesin farklı bir şekilde ifade etmişti ama onun söylemine infialle tepki verilmişti." [5] “Coronavirüs paniği yayıldıkça, artık nihai bir seçim yapmamız gerekiyor; ya güçlü olanın hayatta kalma ilkesinin en vahşi mantığını kabul ederiz ya da küresel koordinasyon ve işbirliğiyle yeniden icat edilmiş olan bir komünizmi seçeriz.” Slavoj Žižek