"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Kelimeler ve Nesneler

Kelimelerin ve Nesnelerin Dünyası

Son romanı “Odalar”la Türkiye’ye doğru bir yolculuğa çıkan ve bir dizi etkinlikle Türkiye’li okuyucularıyla buluşan Olivier Rolin’le “Odalar”ı, Odalar dolayısıyla da yazma serüvenini konuştuk.

 
Michele Deguy otel odalarını var oluşla ilişkilendiriyor. Odaların insanlık halleriyle birlikte bir açmazdan ötekine süren varlık durumundan... “Oda rüyaya girer. Oda düşsel olur. Kiralandığı gece gibi sonsuza dek eşsiz; tipolojiyle birleşir” diyor. Odaların varlık durumundan var oluşla ilişkilendirmesinden söz eder misiniz?
 
Michel Deguy Fransa’da çok önemli bir şair. Sorunuza cevap vermeden önce kısa bir anekdot anlatmak istiyorum. Michel erkek ismidir. Fakat o bu kitapta ismini MichèleDeguy olarak, yani kadın ismi olarak kullandı. Aslında kendisi çok ünlü bir erkek şair... Bu kitap için, bir oyun oynayarak, kendini kadın olarak gösterdi, ve yazdı.
 
Sorunuza cevap vermekte zorlanıyorum. Ama kısaca şöyle: beni oluşturan unsurların bazıları benimle birlikte, benim kadar uzun yaşıyor. Öte yandan “ben”i oluşturan “ben”lerin bazıları ise sürekli ölüyor, sürekli yok oluyor. Şu an İstanbul’dayım, yani; “ben” İstanbul’da. Coğrafi bir “ben”den söz ediyorum. Ve işte o coğrafi olan “ben” mekan değiştikçe sürekli ölüyor. Mayıs ayında bir ay Azerbaycan’da, Bakü’de kaldım. Oradaki “ben” şu an ölü mesela. Çünkü orada değil artık. Bu nedenle var oluşla bir bağlantı kurmak istiyorsak eğer, “ben” ve var oluş, otel odası ve var oluş arasında, şunu söyleyebilirim: otel odasındaki “ben” sürekli ölen bir “ben”. Varlığım otel odasının maddeselliğiyle sınırlı. Yani o anlık var ama ondan sonra yok. Böyle bir bağlantı kurabilirim.
 
Olivier Rolin oda oda gezerek, süreksizliğe karşı koymak, yani kopuşun kaçınılmazlığından öç mü almak istiyor?
 
“Sırça Otel’de Bir Oda” romanımda yazdığım gibi, şöyle bir takıntım var: hafızamın bir gün yok olması. Geçmişe ait anılarım, geçmişe ait hafızam sürekli bir yırtılma içerisinde. Ve en büyük korkularımdan biri, ileride bir gün dostlarımdan birine gidip de “ben nasıl biriydim?” diye sormak. Biri bana gelse dese ki: “Sen 3 sene önce birini öldürdün”, belki de hatırlayamayacağım geçmişle ilgili olduğu için beni buna ikna bile edebilir. Bu sıkıntıyı da, yani gelecekte benliğin yitirilmesi sıkıntısını, bununla ilgili sıkıntılı ruh halini şöyle düşünerek yendim: tamam olabilir, geçmişi unutabilirim, belleğimi yitirebilirim, ama bana geçmişimden bir şey kalacak, o da bütün detaylarıyla, büyük bir titizlikle anlattığım otel odaları. Bu, geçmişin yok olmasına karşı geliştirdiğim bir silah, bir mücadele şekli. Aynı zamanda bu bence kaybedilmiş bir savaş, çünkü bana geçmişimin kanıtı olarak elimde kalan tek şey, bu kadar geçici. Dolayısıyla da bu, kaybedilmiş bir mücadele, bir savaş...  
 
Bu nedenle mi odaların figürlerinden biri gibisiniz?
 
Evet. Evet. Anlattığım hikayelerde iki şey var: aynada baktığım yüzüm. Burada Sırça Otel’de bir Oda kitabımdan bahsediyorum tabii. Sırça Otel’deki bu otoportreler, aynada bakıp da oluşturduğum bu otoportreler, öyle kendime bakıp da kendime iltifat ettiğim şeyler değil. Çünkü zamanın izlerini göz ardı etmem mümkün değil elbette. Ve diğer taraftan da, “ben”lerden bir tanesi var ve o, benim olmak istediğim “ben”lerden biri. Mesela ben bir casus olabilirim. (Gülümsüyor.)
 
Gil Courtemorche “otel odalarına takmıştı kafayı... Kaçığın tekiydi” diyor sizin için. Öyle misiniz?
 
Evet. Kabul ediyorum kaçık olduğumu. Kaçık olmasaydım yazamazdım. Yazarların çoğu kaçaktır zaten.
 
François Hartog’un bir eleştirisi var size. İnsanların, kitabınızın kuramını çıkarma tongasına düşmesi hoşunuza gidiyormuş. Onun deyimiyle buna bayılıyorsunuz. Eleştirmenler ve öteki göstergebilimcilere, notlarınızda küçük roller vererek dalga geçmekten de geri kalmıyormuşsunuz...
 
Aslında bu, özellikle bayıldığım bir şey değil. Eleştirmenlerin ve akademisyenlerin yaptıkları bazı eleştiriler beni çok şaşırtıyor. Şaşırtıyor ve bundan rahatsızlık duyuyorum. Çünkü bir şekilde, istemeden onları hayal kırıklığına uğratmış gibi hissediyorum kendimi. Bahsetmediğim bir şeyi bahsetmişim gibi algılıyorlar ve diyorum ki; ben o kadar da akıllı, zeki biri değilim.
Kitaplara eklediğim notlarda, kendimle ilgili bir eleştiri uyduruyorum onlarla alay etmek için, kendi eleştirimi yapıyorum. Ama komik olan, bana çok çılgınca gelen bir yorumuma tekrar bakınca, o kadar da çılgınca değilmiş diyorum, çünkü içinde gerçeklik de var. Bunları yazarken öyle aptalca bir eleştiri yapmayı hiç başaramadım. Çok saçma ve aptalca bir eleştiri uyduramadım. Mesela bir eleştiri yazısı yazdım, uydurdum. Burada bazı eleştirmenlerle dalga geçiyordum yine ve diyordum ki; “her roman kişinin kendi yaşadıklarıyla başlar, daha sonra bir kurguya dönüşür, daha sonra da otofiksiyona dönüşür”. Bunu dalga geçmek için yazdım, ama bakıyorum bu söylediğim de doğru. Ne kadar farklı niyetle söylemiş olsam da, doğruluk payı yok değil. Bu açıdan ele alırsak doğru olduğunu söyleyebiliriz yani.
 
Yine Hartog odaların gerçekle kurgu arasındaki bir boşluk gibi işlendiğini söylüyor. Oyunun sürmesi için gerçek ile kurguyu aynı düzlemde işleyerek ara-uzamlar yaratıyorsunuz. Bir çeşit sanal ortam yaratıyorsunuz diyebilir miyiz buna?
 
Ben buna cevap veremeyeceğim, ama bunun yerine başka bir şey söyleyeceğim. Bu kitabın iki oyunu var. Tamamen gerçek olanla kurguyla ve hatta neredeyse kurgunun karikatürleşmiş hali arasında bir oyun bu. Kurguyu karikatürize eden, biraz masalımsı, biraz saçmaya yakın haliyle, kurgu arasında bir oyun. İçinde çizgi romanımsı bir şey de var. Mesela kitapta bir televizyon aracılığıyla uzayda sörf yapan biri var. Bu neredeyse çizgi romanımsı, gerçekle ilgisi olmayan bir şey. Neticede bu kitabın yaptığı oyun tamamen kurgusal dünya ile gerçekliğin en uç noktası arasında bağ kurması ile ilintili. Neredeyse kurgusalla, masalımsı bir kurgusallıktan bahsediyorum. Kurgusal olanla ki, bu bazen gerçekliğin sınırlarını zorluyor, gerçekliğin en uç noktasındaki oyundan... Bu ikisi arasındaki oyunda, bir yanda televizyon aracılığıyla Mars’a giden o adam, diğer yanda da odanın en ince ayrıntıları, gerçekliği… Çok gerçekçi orası... Yani neredeyse marangozun çizimi gibi, odanın tüm detaylarındaki bu gerçeklik, diğer tarafta da düşsele varan masalımsı kurgusallık. Kitapta bir yerde, çok da inandırıcı olmayan bir hikaye anlatıyor anlatıcı. Sonra da diyor ki; inanmıyorsanız hikayeme, şu otelin şu odasına gidin… Yönlendirirken odanın tüm detaylarını veriyor. İnandırıcı olmayan hikayesine inandırıcılık katmak için hikayede iki detayı da veriyor anlatıcı.
 
Odalara terkedilmişlikleri, yüz çevrilmişlikleri dolayısıyla acıma duyuyor musunuz?
 
Hayır acımam.
 
Bu, “hayır” yanıtıyla odaların kesinlikle duygusuz olduğunu anladım. Odaların duygusuzluğunun sebebi ne? Süreksizliği mi? Tüm ilginizi onlara verip iki kitabınızda da onları anlattınız, ama ilgisiz ve yansızsınız da onlara karşı.
 
Bu kitaplarda oyunlar var. Ama tabii akıllıca, zekice planlanmış oyunlar. Buradakiler gerçek kişiler değil. Bazıları neredeyse çizgi roman karakterleri... Anlatıcının da, yani benim adımı taşıyan kişinin tek bir duygusu var sadece: Melanie Melbourne isimli kadın. Anlatıcının tek duygusu orada o.
Gerçek bir insan, neden bir otel odasıyla bağ kursun veya yakınlık kursun ? Yani gerçek hayattaki biri için bile bu uzak görünen bir şey. Ki, kitaptaki bu kişinin de tek bir duygusu var dediğim gibi; o da Melanie Melbourne adlı kadın.
 
Bakü’de bir ay boyunca kaldığınız odayla hiçbir bağınız yok mu yani? Uzun süre kalınca alışkanlıklar oluşmadı mı? 
 
Aslında çok nadirdir bir otel odasında bu kadar uzun kaldığım. Ve evet, Bakü’deki bu odayı çok sevdim. İyi bir rastlantı oldu yani. O odada fotoğraflar çektim, çünkü artık tasvir etmiyorum. Onunla bir bağ kurdum, evet doğru. Yani onunla bir duygusal bağlantı kurdum. Aslında başkaları da var. Şili’deki Valpairoso’da bulunan la Casa Somerscales otelinde bir oda var mesela. Bembeyaz bir oda bu ve muhteşem bir Pasifik manzarası var. « Somerscales Evi » adlı bu otel adını 19. yy’ın sonunda burada oturan İngiliz ressamdan almakta. İşte o otelin o odasıyla da farklı bir bağım var. (Gülüyor.) O odayı da seviyorum.
 
Bakü’deki otel odanıza gelelim istiyorum. Kitabınızın 2004’teki Fransa baskısında Olivier Rolin’in doğum tarihi 17 Mayıs 1947, ölüm tarihi de 2009 olarak geçiyor sanırım. Bakü’deki otel odanızda ölüyorsunuz. Önce, neden ölümünüzü Bakü’de düşündünüz diye soracağım, ardından da bu ölüm durumunun mitolojik yönüne değinmenizi rica edeceğim. Mitolojide -Yunan mitolojisiydi sanırım-, unutuş nehri olarak geçen, suyundan içenlerin geçmişini unuttukları ölüm nehri ile bağlantısını...
 
Önce neden Bakü’yü seçtim onu anlatayım. 2002 yılında Afganistan’a gitmiştim. Afganistan’a gitmek için direk uçuş yoktu. Bakü’den aktarmalı bir uçağa bindim. Bir gece kaldım orada. Kaldığım otelin adı Otel Apşeron’du. Kaldığım oda numarası da 1123’tü. Bu otelin adı Yunan Mitolojisindeki Akeron’a yani Ölüm Nehri’ne çok benziyordu: Akeron ve Apşeron arasında bir bağlantı kurdum. Tabii önce odayı, odanın tüm detaylarını anlattım, yazdım. Buraya nasıl bir hikaye yazayım, uydurayım diye düşünürken otelin adı ölüm nehrini çağrıştırdığı için bu odada intihar ettiğimi kurguladım. Kendi ölümümün hikayesini böyle yazdım. Ve bir tarih seçtim bunun için. Kitap 2004’ye yayınlanmıştı. Kendime 5 sene verdim yaşamak için. O nedenle kitabın biyografi yazan bölümünde ölüm tarihim “2009 Bakü” olarak gözüküyor. Ama tam 5 sene geçti ve 2009’a geldim. Herkes bana sakın Bakü’ye gitme dedi. Batıl düşüncelerimiz olmasa bile yine de ya ölüm seni orada yakalarsa diyerek, Bakü’ye gitmemem için beni uyardılar. Gittim. Ne olacağını görmek istedim. Bakü’ye vardığımda Otel Apşeron’un yerinde olmadığını gördüm, yıkılmıştı. Tabii benim ölmem gereken oda da yıkılmıştı. Yani otel benden önce ölmüştü.
Bunların hepsi kelime oyunu tabii. Apşeron’un adından çıkmış şeyler. Ve evet, diğer adıyla da çok yakından ilgisi var. Unutuş Nehri’yle. Unutmak da bir şekilde ölmek demek. En başta söylediğim şeye geleceğim, unutma sıkıntımla ilgili kısma. Ben eğer bir ay önce ne yaptığımı hatırlamıyorsam, o, artık o benin ölmüş olduğu anlamındadır. Ve kitap yazmak da bir şekilde unutmaya karşı, ölüme karşı verilmiş bir mücadeledir.
 
Kelimelerle ilişkinizi anlatır mısınız? Yazmak bir büyü sizin için, kelimelerle görüntü yaratan bir büyücü olarak bu büyüden söz eder misiniz?
 
(Kahkaha atıyor.) Bir Fransız şair var. Francis Ponge. Onun en ünlü kitabı “Şeylerin Taraf Seçmesi” (Le Parti pris des choses) diye bir kitabı var ve bu kitabında kısa metinler var. Ponge orada kelimelerle çok basit şeyleri anlatır. Bir bardak su, bir taş… Çok basit şeyleri yine çok basit bir şekilde anlatmaya çalışır. Ve orada şunu söyler: nesnelerin dünyası ile kelimelerin, sözcüklerin dünyası tamamen ayrıdır. Farklı iki dünyadır. Ve bir dünyadan diğerine geçiş yoktur. Biri nesnelerin diğeri de sözcüklerin dünyası. Ama nesneleri sözcüklerin dünyasında yeniden yaratmak gerekiyor. Bu nedenle cisim kadar gerçek, onun kadar var olan, var olduğunu hissettiren bir şey yaratacak güçte kelimeler kullanılmalı ki, o nesnenin gerçekliği kadar, hissettirdiği gerçek kadar gerçekliği olsun anlatılanın. Mesela bir yaprağı betimlemek istersem, bana yaprak yardımcı olamaz onu anlatmam için. Ama ben onu sözcük objesi haline getirmeliyim ki o, yarattığım sözcüklerle bir yaprak olsun. Ve sözcükleri işlemeliyim, onun şu anki hafifliğini, rüzgarda salınışını işlemeliyim ki ona sözcüklerle bir gerçeklik verebileyim. İşte büyü bu. Sihir bu.
 
François Bon “Sırça Otel’de Bir Oda adlı o tuhaf roman...” dolayısıyla, “Mobilyalar, düzen, yazı masası ya da televizyonun markası (ne çok televizyon markası varmış bu arada) gelmiyor aklıma. Olivier Rolin dışında bu alanda ayak direten tek bir kişi tanıyorum: Rolling Stones’un davulcusu Charlie Watts” diyor. O da 1970’te başlamış çizmeye... Çizgi ve roman! Resimle ilişkilendirdiniz yazıyı, ya müzik? Müzik ve romanın bir ilişkisi var mı?
 
Elbette. Bazı romanlar vardır, orada müzik o romanın dokusunun içindedir. Romanın dokusunun bir parçasıdır. Ünlü bir örnek vermek gerekirse, Proust’un Yitik Zamanın Peşinde romanında Venteuil karakterinin etrafındaki her şey müzikle ilişkili. Doğru, müzik bir romanın doğrudan parçası olabilir, doğrudan bir ilişki içerisinde olabilirler. Ancak, bu benim romanım için ne yazık ki geçerli değil. Çünkü müzikle böyle bir ilişkim yok. Bu nedenle de benim romanımda geçerli olduğunu söyleyemem. Bu, aynı zamanda üzüldüğüm bir şey. Sinemaya karşı duyduğum çekince de aynı sebepten. Eski bir kıskançlığa dayanıyor tüm bunlar. Çünkü sinemada, sinemacılar için müzik sinemanın ana unsurlarından biridir. Sinemacı müziği ana unsur olarak filminde kullanabiliyor ve bu da bende kıskançlık yaratıyor çünkü ben romanlarımda müziği kullanmayı bilmiyorum.
 
Makaron kardeşlerin makaron kurabiyelerini kim yedi?
 
(Kahkaha atıyor.) Bilmiyorum.
 
Melanie Melboune şimdi nerede?
 
Kanada’da galiba.
 
(Gülüyoruz.)
 
Çok teşekkür ederim…
 
Ben teşekkür ederim. Zor ama güzel sorular sordun, cevap vermekten büyük bir keyif aldım.

Olivier Rolin ve Sibel Dogan
 
NOTOS ÖYKÜ / Sibel Doğan