"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Sisyphos’udur Her İnsan...

“Bir İnsanın, Bir İnsanı Hissedebilmesi İçin, Kelimeler Çok da Önemli Değildir.”
 
 
“Zaman da tam o anda durdu. Bir an. Uzadı sonra, uzadıkça uzadı, daha da uzadı. İkinci bir zaman oldu, akıp giden zamanın yanında paralel bir zaman. Akmayan, o anda durmuş, orada kalmış ama her daim şimdiki zamana paralel.” Zamanın durduğu bir anı anlatan, sorgulayan, tartışan “Soluk Bir An”ı, soluk soluğa okuduktan sonra Behçet Çelik ile kitabı, hayatı ve aşkı konuştuk.
 
Asuman Kafaoğlu-Büke Radikal-Kitap’ta yayımlanan yazısında; “‘Soluk Bir An’ bir aşk romanı değil, aşkın boşluğunu anlatan bir roman belki de” demiş. Öyle mi?
 
Aşkın boşluğundan ziyade, aşkın ne kadar mümkün olabildiğini, aşka düşmüş bir kahramanla anlatmaya çalıştım. Roman; bu kahramanın âşık olduğunda kendine dönüp, kendini tartarak neden âşık olduğunu, aşkın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmasıyla ilerliyor. Aşk üzerine çıkarımları var ve her çıkarımın peşi sıra, kendi muhakemeleriyle “hayır bu yanlış galiba” diyor bir yandan da. Tabii, çok düzenli şekilde gitmiyor bu muhakemeler. Dolayısıyla, aşkın boşluğu sonucunu çıkaranlar da olabilir, ama ben daha çok; aşkın ne olduğu, ne kadar yaşanabildiği, nasıl hissedildiği üzerinde durmaya çalıştım. Roman kahramanının bir sıkıntısı da şu: 50′lerine yaklaşmış ve o güne kadar hayatını altüst eden çok çarpıcı, filmlerde, kitaplarda olduğu, eşinden dostundan duyduğu gibi bir aşk yaşamamış. Geç sayılabilecek bir yaşta bunu yaşadığında hissettiği sarsıntı nedeniyle olan biteni, kendi iç dünyasını, neden âşık olduğunu daha çok sorguluyor. Ruh haline göre aynı olguyu sevinçli bir şeylerin işareti olarak gördüğü gibi kederli şeylerin işareti olarak da değerlendirebiliyor. Sürekli bir gel-git halinde.
Gerçek hayatta da kendimizi onun kadar sorguluyor muyuz aşk halindeyken?Bu biraz da kişiyle ilgili. Zannediyorum, bu roman kahramanı daha erken yaşta da bu noktaya gelmiş olsaydı bu sorgulamayı yapardı. Zaten aşk bizde birçok şeyin altüst olduğu bir hal. Âşık olmadan önceki kendimiz olmaktan çıkarız, yeni halimizi de yadırgarız. Bu şuna benzetilebilir belki: ergenliğe girdiğimizde de artık çocuk değilizdir. O dönem de bocalama dönemidir. Kimi zaman ilk aşklar da buna denk düşer. Daha sonraki aşklar da bizi dönüştürür. Olumlu ya da olumsuz. Aşkı yaşama şansı bulan, haliyle düşünmeye zaman bulamaz pek, düşünmeye ihtiyaç da duymaz. Taner’in sıkıntısı, baştan imkânsız olduğuna inandığı bir aşk yaşıyor olması. Dolayısıyla, aşkı ancak düşündüğü ve sorguladığı kertede yaşayabilir. Günlük hayatın akışında beraber olma, bir şeyler paylaşma imkânı yok; ancak kendi içine dönüp, kendi içinde aşk üzerine düşündükçe, tefekkür ettikçe aşk halini yaşayabiliyor.
 
Kitabın kahramanına üzüleyim mi kızayım mı bilemedim. Bir yandan; bu platformda, okuryazar.tv’de Hüseyin Kıran’la yaptığımız röportajda edindiğim bilgiyle, “eğer aşkını yaşasaydı mevcut düzene karşı bir direniş sergileyecekti” dedim, ama diğer yandan da yaşadığı o zavallı hayatta neden direttiğine ve eşine de o eziyeti ettiğine kızdım.
 
Bu aslında değişim korkusundan kaynaklanıyor bence. Varolanı yıkmak sözde kolay belki ama harekete geçmek çok kolay değil. Bizi çok şey bağlıyor. Romanda biraz da bunu anlatmak istedim. Bir yerde roman kahramanı, “insanın ağırlığı varmış” diyor, “bu gezegende.” Bunları fark ediyor. Daha önce düşünmek zorunda kalmadığı pek çok konuyu düşünmek, tartmak zorunda kalıyor ve bunların sonucunda da hareketsizleşiyor. Bir yandan aslında hareket edemeyeceğini bildiği için de… Ben burada roman kahramanı Taner’i sevilsin ya da sevilmesin, üzülünsün ya da üzülünmesin diye oluşturmadım. Bugüne dair biraz tipik bulduğum bir ruh halini ya da bir duruş halini, bir tavır alamayış, bir direnemeyiş halini yazdım. Taner bir yandan da güçlü farkındalıkları olan birisi. Şöyle bir handikap benim dikkatimi çekiyor: kendi içimize dönüp, kendimizi tarttıkça, hareket alanımızı da sınırlandırıyoruz. Biraz bunu da anlatmaya çalıştım. Öte yandan hangi noktadan bakarsak, sevenler de olacaktır Taner’i bütün bunların yanında, çünkü belli bir ahlakı da var. En azından çoğu zaman yaptığımız gibi, suçunu görmezden gelmiyor. Suçunu biliyor, acısını çekiyor. Suçluluk duygusu geldiği zaman, “tamam, eksiklikler bitti” diyor bir yerde. Daha sonrasında ne olur? Sizin beklediğiniz gibi harekete geçer, bir şeyleri değiştirir mi bilemiyorum ama ben onun, çok uzun sayılmayacak bir dönem içerisindeki çalkantısını anlatmaya çalıştım.
 
Taner, “Sonunda ölüm olan bir varoluş çok da önemli değildir, olamaz, bu kadar da ciddiye alınmamalı” diyor. Hakikaten ciddiye almamalı mı? Siz ciddiye almıyor musunuz?
 
Ciddiye almasam edebiyatla ilgilenmezdim (gülüyor). Edebiyat sonuçta, insanın mevcut dünyaya yeni bir şey eklemesidir. Kitabı yaratıyorsunuz. Demek ki, bir şeyin eksikliğini duymuşsunuz, bir şeylerden rahatsız olmuşsunuz. Demek ki; bundan rahatsız olmuşsunuz. Dolayısıyla, ben böyle bir düşüncede değilim. Ama zaman zaman içimizi kaplayan bir boşunalık hissi var. Boşunalık hissi, sonunda ölüm olmasıyla ilgili olduğu kadar, toplumsal yapının ve bizi kuşatmış olan değer yargılarının saçmalığıyla da ilgili. Yani; yapmak istediğimiz şeyleri yapamadığımız, kendi kendimizi bile harekete geçme noktasında göremediğimiz zaman, hakikaten o boşunalık hissi gelir çöreklenir içimizde. Ama şöyle bir yan da var: hayatın sonunda ölüm olduğunu bilmek, hayatı önemsizleştirdiği gibi, aslında hayatı önemli hale de getirir. Bunu biz çoğu zaman bilmeyiz. Bir yerde okumuştum: birisi için “öldü” dendiğinde, bir derviş, “yaşıyor muydu ki?” diyor. Yani, ancak yaşayanlar ölebilir. Dolayısıyla, sonunda ölüm olan bir varoluş kesinlikle boş değildir. Ben de Taner’in yaşayamamasının hikâyesini anlattım. Öte yandan onun yaşayamaması, onun yaşayamamasının hikâyesi de aslında hayata dair. Hayatın içerisinde. Pek çoğumuzun zaman zaman aklını bu çeler. Niye varız? Olmasak kim ne kaybeder? Evren, kâinat ne kaybeder? O da zaten, Taner’in gel-gitleri içerisinde aklından geçen bir cümle. Taner de sonuçta ipleri koparmış, hayattan tüm beklentisini yitirmiş değil. Yoksa, âşık olamazdı.
 
Orada Camus’ya da bir gönderme yapıyor musunuz? Camus’nun Sisifos’una?
 
Var. Varoluşun bir amacı ve anlamı olup olmadığı sorusuna takılıp; “mutlaka vardır”, “nedir”, “bulamıyorum”un telaşını yaşamak yerine, o soruyu gündemden alıp yaşamak… Benim emelim bu. Kitap bunu ne kertede ifade edebilmiştir bilmiyorum. Öyle bir derdim de yok ama bana dönük olarak söyleyeyim: bazı soruları bilip, daha sonraları bilmezden gelerek, o sorular yokmuş gibi, önümüzde bir hayat var sürdürmemiz gereken.
Taner oğluna, nadir konuştuğu anlardan birinde; “Yaparsın oğlum, bir bilsen o kadar çok şey yaparsın ki.” Dedi ama “Dilerse zamanı bile durdurabileceğini söylemedi.” Zamanı durdurmaktan kastınız, Dünya çevresinde belli bir hızla batı yönünde uçuş yaparak hep aynı saatte kalmak değil herhalde? Orada kastınız, mistik mi?Mistik de değil aslında. Dakikaların, saatlerin bize gösterdiği bir zaman var ve bir de hissettiğimiz zaman var. Hissedilen sıcaklık deniyor ya son dönemde, onun gibi. Bazı anlar çok uzayıp, diğer anlardan çok daha baskın ve derinlikli bir şekilde hissediliyor. İşte ben bunu, zamanın o anda durduğu şeklinde düşünüyorum. Romanın başında Taner’in başına gelen de bu. Zaman yavaşlıyor ve duruyor. Bazı anlarda sanki bir şeyler daha billurlaşır ve somutlaşır. Dolayısıyla; Taner’in ileri yaşlara gelmiş olmasının getirdiği, zamanla ilgili, zamanın geçişi karşısında bildikleri nedeniyle, hissettiği telaş nedeniyle zamanla bir sorunu var. Fark etmişsinizdir, sık sık zaman konusunu tartıyor kafasında. Haliyle, oğluyla konuşurken de konu oraya geliyor ama o an onun anlayabileceğini düşünmediği için söylemiyor. Çünkü bazı şeyler yaşandıktan sonra anlaşılabilir. Birilerinin birilerine hissettirebileceği, öğretebileceği bir şey değildir bu. Daha yoğun hissettiğiniz anlarda, bana bir metafor olarak, sanki duruyormuş gibi geliyor zaman.
 
“Sisyphos’udur her insan bir başkasının.” İçim “cız” etti. Omuzlarım çöktü.
 
(Gülüyor) Özür dilerim…
 
Taner bu sözü evirip, “İnsan kendi kendinin Sisyphos’udur” diyor, bu sözü “şiar” ediniyor. Biraz açar mısınız?Sisyphos söylencesini bilirsiniz. Taner, yaşadığı bazı kırılma anları nedeniyle hep bir yerlere gelip, geri düşmüş. Bunu insan ilişkilerinde yaşamış. Bir yerden sonra artık onlarla ilgili dışarıdan hüküm vermemeye karar vermiş. Bu önermeye sığınmış. Bir başkası benim için, hiçbir zaman tam olarak anlayabileceğim birisi değildir, mutlaka bir boşluk, bir mesafe olacaktır aramızda, demiş. O mesafeyi bilip, ona göre ilişkilerini sürdürmeye karar vermiş. Bu, bir tür geri çekilme şifresi olarak da görülebilir ama bir biçimde olanı da net bir şekilde görme cesaretidir de. Olandaki acıyı hissetmeyi göze alması noktasında değerlendirilebilir. Hayatından çok insanı çıkartıp, yalnız kaldığı dönemde Taner’i tanıyoruz. Bu noktada kendisine dönük, içe dönüşünde de bir kendini tanıma, bilme çabası var. Burada da bir yerden sonra, başkasıyla olduğu gibi kendiyle ilişkisinde de o mesafeyi, boşluğu görüyor. Niçin harekete geçemediğini, elini neyin tuttuğunu net olarak bilemiyor. Bir sürü sebep var. O sebepleri aşabilecek düşünce yapısı da var. Sonuçta boş bir insan değil. Toplumun değer yargılarını önemseyen biri de değil. Daha önce de başkaldırmış. Bunu yumuşatılmış bir şekilde de yapabilir. Fakat, elini tutan bir şey var. Ne olduğunu bilmiyor. Bir karanlık nokta var. O karanlık noktayı bilme çabamız belki de, kendimize dönük Sisyphos’luğumuzdur. Şunu da eklemeliyim: Kendimize dair her şeyi bildiğimizi sandığımız zaman esas boşluk büyüyor. Sözünü ettiğim mesafenin varlığını kabul etmek kendimizi tanımamız için önemli bir adım da olabilir.

“Bir insanı başka bir insanla aldatırız sanmak ne kadar yanlış. Bir insanı ancak onunla aldatırız. Ona başka biri muamelesi yaptığımızda.” Aşkın yerini alışkanlık alınca bunu hep yapıyoruz galiba…Bu da sebeplerden birisi ama…
Taner dolayısıyla söylüyorum bunu.Biraz oradan, öyle bir noktadan çıkıyor bu. Yani; Esra ile birlikte olsa Yasemin’i aldatacak değil. Yasemin’e gerçek kendisini sunmadığı için… En büyük pişmanlığı bu. Yaptığı pek çok şeyden dolayı kendisini affetmiş, aşmış. Fakat bunu aşamıyor. Yalan söylememiş ama doğruyu da söylememiş. Kafasındaki soru işaretlerini paylaşmamış. Bir karar verir görünmüş ama aslında sürüklenmiş. Yıllar içinde bu yaptığının hatasını görüyor ve dolayısıyla da, oradaki aldatmasının yanında, hayatına sayısız kadın da girse, aslında Yasemin’i bu kadar aldatamayacağını düşünüyor. Hem Yasemin’e kendisini tanıtmamış hem de, ona hayat arkadaşı olmuş ama, arkadaşlık da tesis etmemiş. İkili bir aldatma var ve bunun ağırlığını roman boyunca hissediyor.
 
“’Bir kadını anlaması mümkün değil bir erkeğin,’ demişti, ‘dinleyenini bulduğunda yetineceksin. Anlattığında da anlamaz ya, en azından kendi kendine konuşmazsın. Seni dinlemek yerine, sana neyin ne olduğunu anlatan adamlardan uzak duracaksın.’” Bunu bir kadın yazardan okusam, güler geçerdim, kadın sohbeti diye değerlendirebilirdim ama bu cümleleri yazan erkek. Bu durumda ciddiye almalı mı?
 
Bu okuyucunun vereceği bir karar ama şuna dikkatinizi çekmek isterim: Esra çok fazla konuşmuyor roman boyunca. Taner’in kafasında yaşıyor. Esra’nın konuşmalarını alt alta koyduğumuzda Esra’nın genel geçer doğruları yineleyen birisi olduğu söylenebilir. Burada da Taner’in önüne bir top geliyor. Bir şeyler yapabileceği bir konu kadın-erkek ilişkisi. Burada en azından kendisini anlatıp, bir şeyler yapacakken, orada da harekete geçmiyor. Ama demin Sisyphos bağlamında söylediğim gibi, zaten bir insanın bir başka insanı anlamasının çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla da, gerçekten de dinleyeni bulduğunda ona kulak kabartmak önemli. Bu, çok cinsiyet odaklı bir şey değil. Esra bunu cinsiyet odaklı söylüyor ama bana sorduğunuzda ben bunun genel bir şey olduğunu yinelerim. Ama çok umutsuz olduğum da sanılmasın. Bir insan bir insanı çok iyi hissedebilir. Onu hissedebilmesi için de aslında kelimeler çok da önemli değildir. Anlatmak ve dinlemek noktasında, anlatmak ve dinlemeyi aşan çok başka bir bağ var. “Kalpten kalbe giden bir yol var” dediği gibi Neşet Ertaş’ın. Yani, ben o kadar da ümitsiz değilim diyelim.
 
Herkesin yaptığını yapmaya karar vermek, karar vermek midir?
 
Taner böyle olmadığını bize gösteriyor (gülüyor). Bazen herkesin verdiği karar doğru da olabilir ama siz içinizden gelen “bu” diye karar vermemişseniz, “başkaları böyle yapmış, ben de böyle yapmalıyım” derseniz, bu karar vermek değil, sürüklenmektir. Yani; sıvı bir halde içinde bulunduğumuz kabın şeklini almaktır.
 
okuryazar.tv / Sibel Doğan