"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Suriyeliler’e Şiddetin Aması

“Aklın bittiği ve sustuğu yerde, son karar şiddete aittir.” (!)
Adolf Hitler

René Girard’ın Şiddet ve Kutsal’ını elime almıştım ki mütemadiyen pişirilen ve kokusu meydana (“meydan” yerine, sosyal medya ve ne idiği belirsiz haber kanallarını düşünün) salınan et gibi (“et” diyorum çünkü ete duyulan arzuyu şiddetle ilişkilendiriyorum) meseleyle ilgili Banu Güven’in yazdığı bir yazı düştü önüme. Yazıda; Suriyeliler hakkında topluma enjekte edilen yanlış bilgilerle ilgili meselelerin aslına değinip toplumun, sadece ırkçılık söz konusu olduğunda birleşebilen (bahsedip durduğumuz bir’lik durumuna böyle, şiddeti savunarak mı geleceğiz yoksa!) çeşitli kesimlerinden yükselen, “Suriyeliler defolsun” kampanyasına dair, bir nevi üzüntüsünü ifade etmiş. Yazıda geçen yanlış bilgilerin doğrularıyla ilgili yıllardır ara ara paylaşımda bulunurum ve iki üç “beğen”inin ötesine geçmez. Bu defa öyle olmadı; hiç düşünmediğim ve şaşırmadığım tepkilere neden oldu. Ve bu yazıyı yazma ihtiyacı da böyle bastırdı ve özel izinle (!) geçtim bilgisayarın başına.

Girard’ın kitabında şöyle bir bölüm var: “Şiddet arzusu bir kez uyandı mı, bunun ardından kişiyi kavgaya hazırlayan bazı bedensel değişmeler geliyor. Şiddete adanmışlık durumunun bir süresi var. Uyarı sona erer ermez nedeni de ortadan kalkan basit reflekslerle bir tutulmaması gerekiyor bu durumun. Storr, özellikle toplum halindeki olağan yaşam koşullarında, şiddet arzusunu yatıştırmanın, böyle bir arzuyu uyandırmaktan daha zor olduğuna işaret ediyor.

Sık sık, şiddetin ‘akıl dışı’ olduğu söylenir. Oysa şiddet nedensiz değil; hatta zincirlerinden boşanmak istediğinde kendine gayet yerinde nedenler bulmayı da iyi biliyor. Ancak, bu nedenler ne kadar yerinde olursa olsun hiçbir biçimde ciddiye alınamaz. Şiddet de zaten, başlangıçta hedef aldığı konu ya da nesne menzil dışına çıkıp şiddeti takmaz olduğunda, o nedenleri unutacaktır. Doyurulmamış şiddet her zaman bir yedek kurban arıyor, sonunda buluyor da. Öfkesini uyandırmış olan yaratığın yerine, birden, zayıf ve el altında olmak dışında öfkelenenin şimşeklerini üstüne çekecek hiçbir özelliği olmayan birini koyuyor.

Bu yedekleme yetisinin insandaki şiddete özgü olmadığını düşündüren pek çok belirti var. Konrad Lorenz*, belirli bir alanın egemenliği için kavgaya giriştiği erkek türdeşleri kendisinden uzaklaştırılırsa saldırganlığını kendi ailesine yöneltip sonuçta ailesini yok eden bir balık türünden söz ediyor örneğin.”

Girard’ın ne demeye çalıştığını, söylediklerinin günlük hayatta neye karşılık geldiğini basit bir örnekle açıklayayım. Yaptığım işte en parlak dönemimdeyken iş görüşmelerinde ikna edilmesi gereken genellikle ben olurdum. Bu durum, bana avantajlı bir durum sağladığı için de, pazarlığımı yapardım. Pazarlık konularından biri, hafta sonları çalışma meselesiydi ve haftalık çalışma saatlerinin yasal süresi gereği, hafta sonlarımda özgür olmayı talep eder, kabul edenle de anlaşırdım. Bu pazarlığın, diğer çalışanlar üzerindeki etkisini, bana olan tavırlardaki tuhaflığı fark ettikten ve hakkımda yapılan konuşmalara şahit olduktan sonra anladım. Bir gün, çalışma arkadaşlarımın molalarda muhabbet için toplandığı odaya dalıp kapıyı kapattım ve “Yıllarca hakkınızı yedirdikten sonra öfkenizi, hakkını yedirmeyen bir çalışma arkadaşınıza yönlendirmenin saçmalığının farkında mısınız? Bu öfkenin muhatabı ben değilim, patronunuz. Emeğinize saygınız varsa çalışma saatlerinizi konuşurken yıllardır yaptırtamadığınız sigortalarınızla ilgili de konuşursunuz” deyip çıktım. Bu konuşma sonrasında olanlar önemli değil. Önemli olan şu: insanoğlunun içindeki potansiyel şiddeti; o şiddet duygusunu, özellikle de iktidar** vs. kaygısıyla milli duygulara vurgu yaparak açığa çıkaran yöneticiler, kendilerine kalkan ettikleri kurbanlar aracılığıyla açığa çıkardıklarında, adına insan dediğimiz şeyin, kurbana karşı nasıl bir tavır aldığı...
Paylaştığım yazının altına yapılan yorumları gördüğümde şaşırmadım demiştim; “iyi bari ırkçı ayıklarım” deyip yorum yapanların kimlikleriyle ilgilendiğimde üzüldüm. İnsana dair hiçbir şey bize yabancı değil, diyebiliyoruz ama yakından tanığımız insanlar söz konusu olduğunda, üzüntü daha farklı ve daha kaçınılmaz oluyor. Şiddeti, şiddete/ırkçılığa maruz kalmış ırklara mensup insanların, şiddetle savunmalarının psikolojisini biliyor ve anlıyor olmak, anlayışı da beraberinde getirir mi, sorusu, bir başka yazının konusu olsun. (Soru işareti bırakmamak adına diyeyim: evet, anlayışı da beraberinde getirir, getirmelidir.) Zira sayfamda tartışma devam ediyor.

Oraya yazdığım cümleleri kopyalayıp buraya yapıştırmak için baktığımda gördüm ki; onlar varken rahat rahat denize giremeyeceğime dair yorumlar da yapılmış. Görünce gülümsedim: Suriyeliler yokken de rahat rahat güneşlenemiyordum; timsah her yerde timsah, bunun ırkı yok! Bu, şiddet ve ırkçılığa “ama”lı gerekçeler üretmek üzere sıralanan tüm başlıklar için geçerli; gerçekten şahtık, Suriyeliler gelince şahbaz olduk!

Bir keresinde otobüste yanımda oturan bir kadın, sanırım kendisiyle hemfikir olacağımı düşünüp, Suriyeli bir aileye kabalıkları nedeniyle saydırınca şöyle dedim: biz zarafetten bitap düşmüş insanlardan müteşekkil bir toplum değildik. Kaba dediğiniz bu insanlar, belki bize nezaketi öğretmek için buradadırlar.
Ayrıca, fark edin; "ama" ile kurulan her cümle, insanlığa değil, egoya hizmet ediyor.

Suriyelilerin geldiği ilk dönemlerdi, haberlerini yapmak üzere Eminönü’deydim. Haberin yapılması durumunda yaşayacakları tehlikeleri göze alamadılar. Bir ara elimdeki telefonla kayıt alıyorum sandıkları için kaçma tepkisi verdiklerinde gözlerinde gördüğüm korkuyu; hiçbir milli duygu, hiçbir bayrak, hiçbir toprak, hiçbir “ama”lı cümle, hatta kendine insanım diyen hiç kimse bertaraf edemez! 100 tl bile etmeyecek küçücük odalara 10 aile sığdırıp, ödenemeyeceğini bile bile, binlerce lira isteyen ve ödenemediğinde de kadınları fuhuşa zorlayanlar için uygulanmayan baskıyı, mağdura uygulamanın ama’sı olamaz. Tamam, bu ırkçı tepkilere, kasıtlı olarak bu öfkeye sebep olanları, yani asıl muhatapları doğru tanımlamak orada dursun ama kötülüğü doğru algılamak, yerine iyiyi, -herkes için- ikame edebilmek için şart.  

Madonna’nın son klibi ‘God Control’deki şiddet görüntülerine gelen tepkiler üzerine söylediklerini dillendirme cesareti gösteremeyeceğim; Faithless’in, aşağıya linkini bırakacağım, ‘Mass Destruction’ şarkısından dilime pelesenk ettiğim tek bir cümlem var söyleyebileceğim: nefret bir kitle imha silahıdır!

Ve duam da şudur: Sınırlarla bölünmüş insanoğlunun başındaki çılgınlar, umarım bir gün siz/biz/hepimiz için, hayvan muamelesi göreceğimiz sahillerde, güneşlenenleri izlemek zorunda kalacağımız yeni koşullar yaratmazlar.
 
* l’Agression/ Saldırganlık
** Yapılan yorumlardan birinde de AK Parti karşıtlığı üzerinden CHP propagandası vardı. Yorumu yapandan silmesini rica ettim ve “ben siyaset yapmıyorum, derdim bambaşka” dedim. Burada bir ekleme yapayım: hangi siyasi parti olursa olsun, benim için hepsi, tastaki cacığın içine doğranmış salatalıklardır.

Faithless - Mass Destruction: