"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Uykuda mısın Sevgili Yârim!

Bir şeyi ya da birini yargıladığımızda gerçekleşen tek şey: kendimizden çalmaktır. Peki, kimdir bu ‘kendi/m’? Sadece ‘ben’ diyerek ifade edip durduğumuz ‘kendimiz’ bizim tam olarak neyimiz? Dile getirdiğimizin arkasında bir de dile getir(e)mediklerimiz olmasın sakın!

Elimde bir bardak çay tutuyordum, klavye dediğim şeyle meşgul olmak üzere bardağı masaya bıraktım; şu an tam önümde. Bardağın içindekine çay diyorum. Seviyorum da. Son yudumu da aldım. Birlikte yaşadığım ‘sen’lerden biri, bardağımın boşaldığını görüp “Çay içer misin?” diye sordu. O da dile getirdikleriyle yaşıyor. Dile getiremediklerimi bilmiyorum. Ama seviyorum, mikroskopları da teleskopları da.. Bir mikroskopla bir çay damlacığını incelemeye başlıyorum. A! Enzimler, Polifenoller, Alkaloidler, Karbonhidratlar, Vitaminler (C, B1, B2), Uçucu maddeler (kokusunu alırız ya), Klorofil ve başka pigmentler görüyorum. (Hım evet, hepsini de tanıyorum!)[1] Ve ne oluyor? Daha derine bakınca ona dair farkındalığım artıyor.

Sırayla gidiyoruz:

‘Ben’ dediğin, sen kimsin peki? Öğretmen, aşçı (lütfen, ‘ahçı’ değil!), ekonomist, tonmayster, memur vs. -Teşbihte hata olmaz-; yani peynir! O zaman ben dediğim, peynir olduğunun farkındaysa bu, ben değilim! Şimdi peynirden bir adım geriye çekilelim ve soralım. (Bu arada, peynirin peşindeki fareyi görüyor musunuz?)  

“Şu an ne düşünüyorsun?” (Sorulara siz de yanıt verin lütfen.)

“28 Şubat’tan beri eve tıkılıyım ve kafamda dönüp duran bir şey var: Dolaplar dolusu kıyafet ve sayısını bile bilmediğim ayakkabılara gerçekten ihtiyacım var mıydı?”  

“Peki, senin için önemli olan ne?”

“Sevdiğim şeylerle uğraşmak.”

“Başka?”

“Estetik.”

“Başka?”

“Yaşam amacıma göre yaşamak.”

“Başka?”

“Huzur.”

“Başka?”

“Ne bileyim işte, gülebilmek, gülümsetebilmek belki.”

“Peki, tüm bunları söyleyen kim?”

“Ben.”

“Peki, söylediğini söyleyen kim?”

“Tabii ki ben.”

Şimdi tam da burada, özellikle iletişimde yaşamsal bir öneme sahip olan temsil sistemlerimizden[2] bahsedeceğim.

Dış dünyayı görerek, işiterek, dokunarak, koklayarak ve tadarak, yani duyularımızı içe dönük bir şekilde kullanarak yaşıyoruz. Geçmişte yaşadığımız bir olayı hatırlayabiliriz. Aynı zamanda mümkün olan veya mümkün olmayan, gelecekteki bir deneyimimizi hayal edebiliriz. Sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde ekmek almak üzere nasıl koştuğumuzu düşünebilir (hatırlanan görsel imaj) veya salgın bittiğinde, ayaklarımızda patenlerle ay’da, yerçekimsiz ortamda paten kaymaya çalıştığımızı (kurgulanmış görsel imaj) düşleyebiliriz. Birincisi yaşanmış bir olay, ikincisi ise gerçekleşmesi olanaksız bir hayal olduğu halde ikisini de gözümüzde canlandırabiliriz. Yani hatırlama, programlama, hayal kurma ve problem çözme gibi, yaptığımız her işte, temsil sistemlerimizi kullanırız.

Deneyimlerimiz, duyularımızın hepsinden geçerek oluşuyor, yani deneyimlerimizi tek bir sistemle kayıt altına almıyoruz; dolayısıyla düşünme de, bütün sistemlerin zengin bir karışımıdır diyebiliriz. Bununla birlikte, bazı duyularımız daha keskin ve dış dünyayı daha iyi algılamamızı sağlıyor. Yani bazı temsil sistemlerimiz diğerlerine göre daha fazla gelişmiş durumda ve çoğunlukla da bu gelişmiş sistemlerimizi kullanmayı tercih ediyoruz. Tercih edilen temsil sistemi, seçtiğimiz veya keskinliği ile ön plana çıkmış duyularımıza bağlı. Örneğin; eğer dikkatinizi gördüğünüz şeylerde yoğunlaştırıyorsanız o zaman düşüncelerinizde büyük olasılıkla görsel temsil sistemini kullanıyorsunuzdur ve bu durumda resim, dekorasyon, moda, görsel sanatlar veya sinema ilgi alanınızda demektir. İşitsel temsil sistemini tercih ediyorsanız o zaman dil, yazarlık, tiyatro, müzik, eğitim ve konuşma konularına ilgi duyuyorsunuzdur. Dokunsal temsil sistemini benimsemişseniz spor, jimnastik ve atletizm ilginizi çeker. Ve düşünmenin ‘doğru’ yolu diye bir şey yoktur. Bu tamamen amacınızın ne olduğuna bağlıdır ve herkes kendi algısına göre; dışında olup bitene, içinde yanıtlar verir, yorum yapar, yargıda bulunur.

Bununla beraber, yaratıcı özelliğe sahip olanlar temsil sistemlerini daha esnek bir biçimde kullanırlar. Yaratıcılık, herhangi bir şeyi farklı açılardan düşünme, “yeni bir ışık altında görme” becerisini gerektirir.

Şimdi, az önceki sorulara verdiğiniz yanıtlarla, kendi temsil sisteminize göre bir şey yapacaksınız. Mesela ‘ben’, işitsel temsil sistemimi yoğun olarak kullandığım için tüm yanıtlarımı sesli olarak dillendirip kulaklarımın duymasını sağlayacağım. Siz de eğer, görsel temsil sisteminizi yoğun olarak kullandığınızı düşünüyorsanız tüm yanıtlarınızı bir kutuya ya da çocuğunuzun oyuncak sepetine tıkabilirsiniz. Bunu da yaptığınızda bir adım daha geri çekilin ve peynirin peşindeki farenin peşindeki kediyi fark edin! Ve sepete bakıp söyleyin: Bunu neden yapıyorum?

“Çünkü eğitimler, seminerler veriyorum ve her seferinde farklı giyinmek zorundayım.”

“Bu yanıtla kendi aklınla mı alay ediyorsun benimkiyle mi?”

“Tamam, peki, içimde dipsiz bir kuyu var, al al doymuyorum ve işimi bahane edip çeşit çeşit ve renk renk ayakkabım ve onlara uygun çantalarım olsun istiyorum.”

“Bu sen misin?”

“Dile getirmediğim benlerden birini fark eden biri olarak, evet benim.”

“Dile getirmeyi (bkz. İlk paragraf) başardıysan şimdi söyle: O boşlukta ne var? Böyle yaşamaya devam mı etmek istersin? Yoksa her nerede oluştuysa o boşluk duygusu, onu yumuşatıp gerçekten ihtiyacına göre mi yaşamaktır tercih edeceğin?”

Bu dünyadayız ve bunun parçası değiliz. Yani –yine "en sevdiğim" notunu düşerek anacağım- Milton Erickson’un dediği gibi; siz bir parçasınız ama bu parça başka bir şeyin parçası değil. Ben eğer bir şeye yer vermezsem, bir boşluk vermezsem, bir şeyin parçası olmazsam, ‘ben’ deyip durduğum, ondan ayrıdır. Hem bu dünyanın bir parçasıyım hem de bu dünyadan uzağım. Düşünceyle düşünce kümesi arasındaki fark, psikolojide, problemle kompleks arasındaki farka benzer.
    

Yani tüm o düşünce parçacıkları, benim bir parçam ve o parçaları dalga fonksiyonundan ayırıp parçacıklara dönüştüren gözlemciler var. Hem de birçok.

Şimdi bir adım daha geri çekilip peyniri, fareyi, kediyi ve her üçünü de gören tanığı görelim. Soru şu: Peki, hepsine tanıklık eden kim? Ya da “İhtiyacından fazlasına ihtiyacın yokmuş değil mi?” diye soran kim?!

Fiziksel olarak nefesiniz durursa duygularınız da duracaktır ve duygu, bilişsel bir yorumdur sadece. Fiziksel olarak algıladıklarımızın algılayışı, bir kavrayışı.. Öte yandan, fark eden ‘ben’, o boşlukta var olmaya devam ediyor. Bu farkındalıkla düşüncelerimizin gözlemcisi olduğumuzda, ölüm korkusuyla içimizdeki boşlukları doldurmaya çalışma çabamıza ne olur?! (Sorular bize daha çok öğretir, cevapların öğrettiğinden.)

Eğer hayat size bir hediye vermek istiyorsa bir sorun yumağı olarak önünüze atar, sadece oyun oynayacaksanız yumağın iplerinin birbirine karışmasında problem yok; kendinizi yumaktaki iplere dolayıp çözülemeyecek hale getirmeyecekseniz tabii. Eğer hayat size çok çok büyük bir hediye vermek istiyorsa o zaman çok çok daha büyük sorun yumakları atar önünüze. Nerede takılıp kaldığınızı, doldurmaya çalıştığınız boşluğun maddesini sorun kendinize. İçinde bulunduğunuz kaotik durumun bir yaratım potansiyeli barındırdığını ve bunun aksini düşündürtenin de peynir oluşunuz olduğunu bilerek arayın yanıtları.

Jung’un demesiyle; “Önemli olan, bilinç dışı malzemeye kişilikler yükleyerek kendini ondan ayırabilmek ve aynı zamanda, onların bilinçle bağlantı kurmalarını sağlamaktır. Güçlerini yok etmenin yöntemi budur. Bir oranda bağımsızlıkları ve kendilerine özgü kimlikleri olduğu için, onlara kimlik vermek çok zor değildir. Bağımsızlıklarını kabullenmek de başlı başına bir iştir ama bilinç dışının kendini böyle ortaya koyması, bizim, onu en iyi biçimde yönetebilmemizi de sağlar.”

Eski kültürlerde “Tanrı çarpmış” demezlerdi; “Tanrı dokunmuş” derlerdi. Eğer dokunulmamışsanız göremezsiniz. Umarım dokunduğunuz kadar dokunulursunuz.

Ama tabii eğer, dokunmak için kullandıklarınız son model telefonlarınız, dubleks evinizin duvarları, pırlanta yüzükleriniz, rugan ayakkabılarınız vs.; yani ihtiyacınızdan fazlası için çırpınışlarınızsa ya da "onlar" diyerek ötekileştirdiklerinizin davranışları, sözleri, paylaşımları, oyları; yani kendi yargılarınızın kurbanlarına dair algınızın yönlendirmeleri içinde devinip duruyorsanız; “Uykuda mısın sevgili yarim uyan uyan/ Aç pencereni göreyim yüzünü uyan uyan/ Aman yar canım yar/ Sabah olmadan aman uyan yar…”


[1] Detayları merak edenler için; Prof. Dr. Burhan Kaçar, Çayın Biyokimyası ve İşleme Teknolojisi
[2] Temsil sistemlerini terapide ilk kullanan, psikanalist Fritz Perls’tir ve bununla birlikte, “kişiliğin farklı yanları” modelini de kullanarak terapinin amaçlarından birinin, bu farklı yanların bir arada ve uyum içinde yaşamalarını sağlamak olduğu fikrini savunmuştur.

Görsel: Antemortem Arts