"Yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz..."
Yıl 2001’di, ekonomik kriz yaşanmıştı ve ülkede, intihar haberlerinden geçilmiyordu. Batanlar arasında ben de vardım, mecburi inzivamda kitap yazdım, kitabı bitirdiğim gün evime yıldırım düştü ve gördüğünüz üzere hâlâ yaşıyorum. :)
O zamanlar, ikiz kuleleri kurtaramayan Bruce Willis yüzünden kahramanların da gömüldüğü zamanlar. Hani, “ülkeyi mahvettiler” vs. deniyor ya, ilk doğumundaki acıyı unutup ikinciyi doğurmak üzere hamile kalan kadın gibiyiz; daha önceleri de birçok defa “ülkeyi mahveden”ler olmuştu! Neyse, bu, başka bir yazının konusu… Bir akşam Reha Muhtar, haber bülteninde açlıktan ölen bir bebekle ilgili, görüntüler eşliğinde şehvetli bir sunum yaptı. (Reyting için yapılan ahlaksızlıklar yeni değil yani. Yalan haberler de…) Dehşete kapılmıştım. Yok, bu kelime tam olarak ifade etmiyor duygumu; delirmiştim. Gözümün döndüğünü hatırlıyorum. Aklımda tek bir şey var: Reha Muhtar’ı balkondan atacağım! Televizyonu kucağıma aldım, balkona yönelirken kız kardeşim durdurdu. O gün televizyonu hayatımdan da evimden de çıkardım. 7 yıl sonra tekrar girdi, tekrar çıktı, tekrar girdi ama artık beynime yapacaklarımın kontrolü bendeydi. Belirtmeliyim; ülke gündeminden uzak durmam, yıllarca gazetecilik yapmış biri olarak, tabii ki olası değil; TV izlemeden de gündemi takip etmenin yolları var. (Buraya birazdan tekrar döneceğim.)
Hafta sonu Huva’cığım geldi (Hülya teyzem yani), iyi ki geldi. (Özlemişim kız seni.) Bir yılın biriken muhabbetini 2 günde tamamlamaya çalışırken ülkeye dair de konuştuk tabii. Birbirimizin alanlarına saygılıyız, o yüzden sabahları o kendi rutinini yaşarken ben de kendiminkini yaşarım. Huva, sabah haberlerini izlerken mutfaktaki bana seslendi, yanına gittim; "matematik ve fen dersi seçmeli olmuş, şimdi haberde geçti" dedi. Alışkanlık, başka kaynaklardan da teyit etmek için haber sitelerine baktım, aynı habere rastladım (hatta bunun üzerine facebook’ta, sonradan düzeltme yapmak zorunda kaldığım bir paylaşımda bulundum). Öğretmen emeklisi bir teyzeyle, doğal olarak, bu konu hakkında da konuşurken kahvaltıya oturduk. TV açık tabii. En son, TV’lerde, o saatlerde yayınlanan sabah şekerlerinde kalmıştım (o zamanlar TV’lerde çalıştığım için mecburen biliyordum). (Bir ara evlendirme programlarını görüp çok rahatlamıştım; “haa, vaziyet buysa insanlara çok da şaapmamak lasım” deyip!) Huva’cığım, programda geçen konunun evveliyatını anlattı, anladığım kadarıyla yazacağım. Ecrin kaybolmuş. Anne gelmiş programa. Sonra baba da (galiba)… Sonra meğer baba çocuğun amcasıymış (galiba). Anne, kocasının teyzesinin halasının amcasının oğlunun kuzeninin babasıyla evliyken, babasının karısının eniştesinin çocuğunun dayısıyla birlikte olmuş. Zaten çocuğun da babası değilmiş aslında, programa gelen. Dolayısıyla çocuğun amcası sanılan babanın oğlunun baba olduğundan şüphelenilirken yediği karnıyarığı beğenmeyip sinirlenince devirdiği masadan düşen DNA testi sonucu bir de bakmışlar ki kadın aslında markette alışveriş yapıyormuş! Sonra Kenan’cığım da geldi ve bana iki gün brifing verildi, anlayabileyim diye!
- Hee, aslında babaanneyle amca mıymış çocuğun babası?! Peki, Ecrin neredeymiş?
- Yok, babaanne aslında babaanneymiş de, çocuğun babası oğlu olmadığı için babaannelikten düşmüş.
- Hee, peki, çocuğu döven Ahmet Kural mıymış?!
- Yok, o, Sıla’yı dövmüştü.
- Ha, tamam, hatırladım, Kural’dan sonra ülkenin bütün sapları da Sıla’yı dövmek (!) istemişti.
- Bir de Palu ailesi vardı…
- Ay ona, bir haber sitesinde denk geldim, tam tık’layacaktım ki vazgeçtim. Çok şükür, zihin sağlığım hâlâ beni tatmin eder düzeyde! Yalnız, iyice çorba oldum, tüm bunlardan anladığımı söyleyeyim: şu an, porno izliyoruz!
Yıllar önce insanların fişlendiğine dair haberler gündeme gelmiş ve askeriyedeki isimler için tek tek nasıl bir fişleme yapıldığı gündem olmuştu. Çok iyi hatırlıyorum, “Alevi, içkici, kadın düşkünü vs.” ibarelerinin yanında birkaç da “pornocu” ifadesi yer alıyordu. O zamanlar yatak odalarımıza bu kadar girilmemiş, mahremiyetimizle ilgili tatlı tatlı tebessüm edebiliyorduk ki, “nerden biliyorlar canım?!” demiştim. (Ne kadar sevimli ve masummuşum!) Demem o ki, ülkenin tamamı pornocu olmuş, fişlemeye ne hacet! Röntgencilik için cümle kurmama bile gerek yok.
Geçenlerde bir hikâye okumuştum, hemen hafızaya aldım. Malûm, bu toprakların genlerinde var; metaforları severiz ve severek kullanırız…
Papazın biri, uzun süredir ahbaplık ettiği Haham’a, “Bana Tevrat’ı öğretmenizi isterim” der. Haham, olmazlanır: “Sen Yahudi değilsin, kafan da Yahudi gibi çalışmaz. Tevrat’ın kelâmını anlaman mümkün değil.”
Papaz ısrar edince, Haham razı olur ama bir koşulu vardır: “Soracağım soruya doğru yanıt verebilirsen, öğretirim” der.
Papaz; “Kabul” diye yanıtlar, “sor bakalım!”
Soru şudur: “İki adam bir bacanın içine düşerler. Biri kirli, öteki tertemiz çıkar. Hangisi yıkanır?”
Papaz, “Bundan kolay ne var?” diye atılır, “kirlenen yıkanır, temiz kalan yıkanmaz.”
Hamam içini çeker, “Sana Tevrat’ın kelâmını asla anlamayacağını söylemiştim! Doğrusu tam tersi: Temiz kalan adam ötekinin kirlendiğini görünce, kendisinin de kirlendiğini sanıp yıkanır. Kirlenen adam ise karşısındakini temiz gördüğü için kendisini de temiz sanıp yıkanmaya gerek duymaz.”
Papaz, kafasını kaşır: “Bak bu aklıma gelmemişti. Bir soru daha sorar mısın?”
Haham aynı soruyu yeniden sorar: “İki adam bir bacanın içine düşerler. Biri kirli, öteki temiz çıkar. Hangisi yıkanır?”
Papaz, doğru yanıtı artık bildiğinden emin; “Temiz kalan ötekinin kirlendiğini görünce kendisinin de kirlendiğini sanıp, yıkanır. Kirlenen, ötekini temiz gördüğünden kendisini de temiz sanıp yıkanmaz!”
Hamam, başını sallar: “Yine yanıldın! Sana söylemiştim, asla anlamayacağını. Temiz kalan adam aynaya bakar, temiz olduğunu görür, dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirlendiğini görünce, gider yıkanır.”
Papaz itiraz eder: “Ayna nereden çıktı? Bana ayna var demedin ki…”
Haham, parmağını sallar: “Seni uyardım, bu kafayla Tevrat’ın kelâmını kavrayamazsın. Tevrat’ı anlamak için her olasılığı düşünmelisin.”
“Peki, peki” diye inler Papaz. “İzin ver, bir kez daha şansımı deneyeyim. Başka bir soru sor!”
“Son kez soruyorum” der, Haham: “İki adam, bir bacadan içeri düşerler. Biri temiz, öteki kirli çıkar. Hangisi gidip yıkanır?”
Papaz; “Artık her olasılığı biliyorum” deyip bir solukta sıralar: “Eğer ayna yoksa temiz kalan ötekini kirli görüp kendisinin de kirlendiğini düşünerek gider yıkanır. Kirlenen temize bakıp kirlenmediğini düşünerek, yıkanmaz. Eğer ayna varsa, temiz kalan, aynaya bakıp temiz olduğunu görür, dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirini gördüğü için yıkanır!”
Haham başını sallayıp, cık yapar: “Hayır. Sana söylemiştim, kafan Yahudi kafası değil, Tevrat’a basmaz! Söyle bana, aynı bacadan içeri düşen iki adamdan birinin kirlenip ötekinin temiz çıkması mümkün müdür?”
Demem o ki; sosyal medyadaki hayvana, kadına, çocuğa yapılan işkence ve ölüm haberlerinden ve şiddetin pornografisinin fütursuzca yapıldığı ve kötülüğün normalleştirildiği paylaşımlardan; misyonunu, toplumu dejenere etmek ve ahlaki çöküşü hızlandırmak ve yaymak için kullanan TV programlarından ve ayrıştırmayı keskinleştiren dezenformasyondan; negatiflikten infilak etmek üzere olan insanların mutsuzluk bombardımanından; umutsuzluğun had safhada olduğu toplumdan vs. ne kadar izole yaşayabilirim ki? Aynı bacanın içindeyiz; yıkan yıkan nereye kadar?! Hepimiz aynı gemide, yeryüzündeyiz ve yaşamak tek marifetimiz, lütfen biraz özen gösteriniz!
O, bacakları kesilen köpeğin, öldürülüp çöpe atılan bebeğin fotoğrafını paylaşmayın meselâ! O görsel olmadan ve olayın içine şehvet katmadan da meramınızı anlatabilirsiniz!
TV izlemeyin meselâ! Siz olaya müdahale edince, o yapımcılar da kafalarını ellerinin arasına alıp “kaliteli işler mi yapmalı?” diye sorgulamaya başlarlar o zaman! Hak ettiğinizi, kaliteyi talep etmenin yolu, sürekli şikâyet etmek olmayabilir, değil mi?
Plastik kullanmamak için poşetin 25 kuruş olmasını vs. beklemeden yaşadığınız dünyaya saygılı olmanın yollarını öğrenin ve uygulayın meselâ! O zaman, diğer ülkelerin plastik çöplerini yığacağı ülke olmaktan çıkarız, biz o kadar duyarlı olunca “acaba” demeye bile cesaret edemezler belki, kim bilir!
Çok uzatmayayım, siz anladınız derdimi. “Ama”lı cümlelerinizi reddediyorum.
Şaman’a, umutsuzluk şikâyetiyle gittiğinizde, size şu dört soruyu sorarmış:
- Dans etmeyi ne zaman bıraktın?
- Şarkı söylemeyi ne zaman bıraktın?
- Masal dinlemeyi ne zaman bıraktın?
- Sessizliğin tatlı topraklarında huzur aramayı ne zaman bıraktın?
Ben hiç bırakmadım; sözüm bırakanlara…
Şimdi Huva’cığımdan gelen uyarıyla düzeltme yapıyorum: Babaanne aslında halaymış, kardeşi ölünce Ecrim’in annesini kardeşiyle evlendirmiş ve üvey babası da amca değilmiş.
Şimdi bir düzeltme daha geldi: Ecrin’in annesini oğluyla evlendirmiş. Evlenince üvey babası olmuş.