"İnsanların büyümesine (gelişmesine) yardım etmek,
hayatın en büyük neşesi haline gelebilir."
Alan Loy McGinnis

 


Yuvasını Arayan Çocuk

Yuvasını ya da Yaşam Amacını Arayan Çocuk

“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”

 

İlişkiler üzerine iki kişilik bir oyun üzerinde çalışıyordum, mini bilgisayarım önümde. O sıra, kaç saattir demlendiğini bilmediğim iki kişinin sohbetini duyar hale geldim. Nereden ve niye icap ettiyse..! Şimdi yazıya oturduğumda önüme düştü, iki ’kafası güzel’in muhabbetini, onlar konuşurken yazdıklarım. Yine bilmem, nereden ve niye icap ettiğini ama 9 yıl sonra bu yazıda kullanmam icap edecekmiş meğer.

-          Şu an masamda, ayda 10 defa uğradığım ve çalışıp kazandığım paranın yarısını ödediğim evimin masasında, küflenmiş bir ekmek var ve çocuklar açlıktan ölüyor.

-          Bu söylediklerine gerçekten inandığına inansam ölümüne peşinden gelirdim.

-          Üstüne işemezsek tüm köpekler havlar. O yüzden geldiğin yollar filan saçma geliyor.

-          Sign in the raiiiin…

-          Frank Sinatra kafası…

-          Frank Sinatra’nın bir filmi vardı. Bir Alman kampındalardı. Kamptan kaçmaya çalışıyorlardı.

-          Bütün filmlerde Alman kampından kaçılır.

-          Bereketli işmiş. 4 kişiyi vurdu.

“Vurulmak istemeyen insan niye siperinden çıkar ki?” dedim. (Tabii ki içimden.)

-          Müslüm’den biliyon mu kardaş?

-          Onun bi’ kaportacısı vardı ama dur, saraydan geliyoruz oraya şimdi. O kadar dinle filan hiç hatırlamıyorum şimdi Müslüm’den ha! Neremle dinlemişim?

-          G.tünle dinlemişsin işte.

-          Ha ha ha…

-          Tadın sinmiş suyuna, taşına toprağına, bu şehirde ne varsa hepsi sana benziyor…

-          Bunlar anlamaz şimdi.

-          82 miydi, 86 mı?

-          82.

-          Yok yav, 86’ydı. Ne içiyorduk o zamanlar?

-          Şarap.

İçlerinden biri o sıra altına aldığı ayağını yere indirip, diğer ayağını öbürünün yerine aldı, heyecanlanarak. Bir parmağını uzatıp;

-          Ha, o zaman 86.

-          

Ve son ses Duman çalmaya başladı. “Elimdeki saz yeter bana…”

-          Adana’da Mestanzade diye bir mahalle vardı. İmamı bir ezan okurdu, öf! Ama kafası güzelken okurdu.

-          Tabii, kafası güzel değilse; “Ne okuyacam? Güneşe bakıp anlasınlar” derdi.

-          Ama kafası güzelse var ya, bir ezan okurdu, namaz kılasım gelirdi.

-          

Bu iki kişi de madde bağımlısıydı. Hayatları arayarak geçmişti. Neyi aradıklarını bile bilmeden, yaşadıkları hayata ve kendilerine duydukları öfkenin yıkıntıları arasında çocukları da vardı, kadınlar da… “Bu mudur?” deyip “Budur” yanıtını verdikten sonra; “Hepsi bu olmamalı” acabasıyla; herhaldeler arasında sıkışınca, kafayı susturmak için sığındıkları madde, bitiriyor mudur arayışı? Olanla, ne olması gerektiğini bile bilmeden ortaya attıkları ’olması gereken’ler yüzünden yaşadıkları ruh kırılmasıyla, kendilerininki dâhil, kırıp döktükleri onca yaşam..

Herkes aramıyor mu? Yaşam sadece; daha iyi okullar, daha iyi ev, daha iyi araba, daha iyi telefonlar/tabletler, okunacak bir sonraki kitap, gidilecek tatil, içilecekler, yiyecekler, giyecekler vs. peşinde koşmaksa eğer, neden bu mutsuzluk? Uğruna koca bir yaşam harcanan maddi şeyler değil sadece, içeride bir yerde ait olma hissiyle girilen ortamlar, topluluklar, cemaatler, örgütler… Danışanlarımın neredeyse onda dokuzu, adını koyamadıkları huzursuzluklarıyla ilgili geldiklerinde, iç dünyalarına dair farkındalıkları artınca, bir yerden sonra dile dökülen; bir yere, bir şeye, birine ait olma duygusuna dair cümleler oluyor. Aidiyet duygusu hissetmediği için üzülen, sırf bu duyguyu hissedebilmek için farkında olmadan çırpınan ne kadar çok insan var.

Araç (yaşam) amaç (madde) halini alınca ne aradığını da unutuyor insan. Çocukken, sadece çocuksu merakla sorduğu, “neden buradayım?” sorusu, amaç peşinde koşmaya başladığında, ne yazık ki çıktığı yere dönüyor ve bilinç dışı, istikrarlı bir şekilde bilinci, tek bir sorunun cevabını bulma yönünde dürtüyor. İkisi arasındaki iletişim problemliyse hayatın kendi doğallığı içinde dayattığı sonuçlarla baş etmek için aranan yollar da çıkmaz sokaklarla sonuçlanıyor.
Bu yazıya oturmadan önce konuştuğum kişi, hayli zamandır artık yorgun olduğunu ve intiharı düşündüğünü söylüyordu. Yine de çırpınıyordu. O çırpınışla, dönüp dolaşıp sorduğu o, tek bir soruyu tekrar dillendirdi: "Tanrı bana bunu neden yapıyor?" Konuşmanın detaylarını anlatmayacağım. Bu konuşmanın üzerinden yarım saat geçmemişti ki telefonum çaldı. Melodisi, her çalışında yaşam amacımı hatırlatan.. Telefondaki ses, hıçkırıklarının arasından, "Bu hayatta hiçbir yere sığamadım" dediğinde, acısını tüm hücrelerimle hissettim. Hep söylediğim bir şey var: hiç kimseden ya da hiçbir şeyden bağımsız değilim, dolayısıyla acı çeken her varlık adına sorumluluk hissediyorum. Hele acı çeken sevdiklerimse.. nasıl anlatırım Nesimi’yi? 

"Mende sığar iki cahan, men bu cahana sığmazam,
Gövher-i lâmekan menem, kövnü mekâne sığmazam."
Nasıl anlatırım, "bilincin çiçek açması için, içinde büyüdüğü çamura ihtiyacı olduğunu"? 
Mutlu olmak için de, mutluyum dediğinde de bir nedene ihtiyaç duyuyor ya insan; mutlu olmak için bir nedene ihtiyaç olmadığını, yaşam amacını bulan kişi için ne sebepler, ne anılar, ne kaygılar, ne korkular, ne tanımlamalara ihtiyaç olmadığını, içinde bulunduğu her an, doğanın sonsuz akışı içinde ve onun parçası olarak su gibi akışkan olabileceğini ve o amaçla yürüyeceği yolda, engellerin sadece dinlenme noktası olacağını nasıl anlatırım? Anlatmak bir şey değil, nasıl anlamasını sağlarım?! 
Geçen yazdı. Çocukluk arkadaşımla, manzaramıza denizi katmış sohbet ediyorduk. Çocukları, yani benim sevgili Doruk ve Defne’m de ayak ucumuzda kumla oynuyordu. Doruk, kumu eleme işinden kafasını bile kaldırmadan, bizi hayrete düşüren (6 yaşında olduğu için olabilir) o cümleyi sarf etti: "Bence bu hayat kocaman bir rüya, ölünce uyanacağız." 
"Gözlemleyen ve gözlemlediği... deneyimleyen ve deneyimlediği... Sonunda bunun bir illüzyondan ibaret olduğunu keşfedecektir. Sonra sadece saf bir gözlem kalacaktır; geçmişin ve zamanın gölgesini içermeyen bir kavrayış." (Krishnamurti) 
Ve, hakikat dört köşelidir; sen durduğun yerden ancak iki köşesini görürsün. Kendi ekseninde çırpınmaktan vazgeçerek, kanatlarına adil davranıp uçmayı denediğinde öğreneceksin, görmekteki hikmet ne. 

Gören göz için acı, uyanmak için çalan saattir sadece.

Sevdiklerinizle, aidiyet duygunuzu tatmin edeceğiniz bir bayram olsun...  

Sevgiyle...